MURAT SEVİNÇ
Lincoln’ün, “Halkın, halk tarafından, halk için yönetimi” sözü, herhalde demokrasi kavramının en meşhur tanımlarından. Demokrasi burjuvazinin icadı, faşizm gibi. Buradaki tanım da klasik-liberal demokrasinin ‘temsil’ ilişkisine ve o ilişkinin temel amacına vurgudan ibaret. Halk birilerini seçecek, seçtikleri aracılığıyla yönetilecek, yönetenler halkın yararını gözetecek. O halk kimlerden oluşur, seçim nasıl bir seçimdir, halk kendisini nasıl yönetir, halkın menfaati ne demektir… geçelim.
Birkaç yüzyıl boyunca verilen savaş, dökülen kan ve 19’uncu yüzyılla birlikte işçi sınıfının mücadelesi vs. o demokrasinin bugünkü şeklini almasını sağladı. Burjuvazinin omuzlarında yükselen demokratik sistem ve belli bir tarihten itibaren demokrasinin ayrılmaz parçası olan insan hakları, beklenebileceği üzere, sermeyenin zorda kaldığı anlarda itibar kaybetti. Uzunca süredir tanık olunduğu gibi. Sosyal harcamaları bir yük olarak gören neoliberalizmin dünyayı, halkları getirdiği yerde, özellikle insan hakları ideali en cılız devrini yaşıyor.
‘12 Eylül sonrası’ diyoruz sürekli, bir milat olduğu için, kırk yıllık bir dönüşümün başlangıcı. O kırk yılın yarısı, bir tek parti iktidarına tanık oldu, az buz değil. O iktidar, salt neoliberalizmin (değişen gömlek) yılmaz savunucusu değil, aynı zamanda ağzı dualı savunucusu. Sempatizanlarına arsayla birlikte öte dünya saadeti de vadeden bir ideoloji.
Kuşkusuz 20 yıl boyunca her şey aynı değildi, ne kadroları, ne söylemi, ne siyaset şekli. Ancak özellikle yandaş sermaye kayırıcılığı, dinin kullanılması ve inşaat severlik ilk günden itibaren değişmedi. Her ne kadar yönetiminde çok farklı insanlar boy göstermiş olsa da, partinin, bugüne dek İslamcılığı ve kadrolaşmayı hep öncelikli hedef olarak benimsediğini düşünüyorum. Zenginleşme telaşı yanında siyasal rejimi dönüştürme isteği, ‘kutlu yolda’ çok farkı gruplarla ittifak yapmalarını gerektiriyordu, yaptılar. Şimdi, artık hikâyenin sona erdiği aşamada, iktidarlarının ilk yıllarında mücadele ettikleri insanların elini tutmaları gerekti, tuttular.
Dolayısıyla yalnızca kareli ceketli ince bıyıklıların müteahhitçe heveslerinden değil; bir ideolojisi olan, o ideoloji doğrultusunda davranan bir yönetici çekirdek ve haleden söz ediyoruz. O çekirdeğin ideolojisi siyasal İslamcılık ve bu somut gerçeğin her çözümlemede göz önünde bulundurulmasında yarar var. Yalnızca ülkenin değil, orta halli ve evine ekmek götürme derdindeki inançlı insanların da omuzlarında büyük bir yük olan, siyasal İslamcılık.
Daha önce bir yerde yazmıştım, eğer şu anki iktidar bloku bir insan şeklinde vücut bulsa, Necip Fazıl olurdu. Yaşamıyla, evreleriyle, siyasetçilerle ve düşünceyle ilişkisiyle ve tabii diliyle, sözcükleriyle. Malum, iktidar partilerinin Meclis grup toplantılarında bir hakaret seansı oluyor nicedir. İktidarın küçük ortağının geçen haftaki konuşmasında sarf ettiği sözcükleri Diken derlemişti, oradan okudum. Bir yurttaş kesimine, ‘kanı bozuklar, işbirlikçi sefiller, müfteri, müfsit, simsar, izansız, menfaatperest, haşarat, aymaz, asalak, alçak, sahtekâr, mikrop‘; bu hafta da bir gazeteciye, ‘edepsiz, kemiksiz, ciğersiz‘ sıfatlarını uygun görmüş. AKP genel başkanı ve cumhurbaşkanı da birkaç gün önce ana muhalefet partisi lideri için, ‘adi, namussuz, utanmaz‘ sözcüklerini kullanmıştı.
Necip Fazıl, hem İslamcılığa hem Türkçülüğe yelken açtığı düşünce macerasında kendine özgü dili olanlardan. Tuhaf, bazen gülünç, ziyadesiyle özgün ve tabii ki şedit mi şedit. Tanıl Bora, Cereyanlar’da Necip Fazıl’ın toplumsal-siyasal çözümlemelerinde cerrahi teşbihlere başvurduğunu ifade ederken, ‘tıbbi-sıhhi‘ mecazlarına da değiniyor: ‘pıhtı, irin, ur, mikrop, solucan, haşere, necaset, lağım, veba, illet…’ ‘Üstad’ın yazıları ve değerlendirmeleri epeyce ağır ve aşağılayıcı sözcüklerle bezeli.
20. yüzyılda ve belli yüzleriyle günümüzde var olan bu tarz rejimlerin alametlerinden biri de aşağılayıcı, yok edici bir dil kullanmak. Muhataba her şeyi yapabilmek için onu değerli hiçbir şeye layık bulmamak gerekiyor. Bir insanı, diğer tüm niteliklerinden bağımsız, öncelikle insan olarak görmezseniz, evet, ona muamelenizde bir ölçünüz de kalmaz. Özellikle öfke tonuyla olağanlaştırılmaya çalışılan ‘haşere’ sözcüğünü ve muadillerini son zamanlarda sık işitmeye (bir futbol kulübü açıklamasında da olduğu gibi) başlamamızın nedeni bu. Yalnızca kızgınlık ve telaşın değil, siyasi rakibini ya da hazzetmediğini insan olarak görmeyi reddetme eğiliminin, siyasetinin sonucu. Muhatap haşere, toprak darül harp ve ilke, savaş hiledir… Ne kaldı geriye?
Kuşkusuz ‘liyakat’ ve ‘yönetimde beceri’ gibi kavramlar/idealler son derece yaşamsal. Ancak bu içerikteki eleştiriler, yönetimin liyakati arayıp bulamadığı ve başarmaya çalışıp üstesinden gelemediği varsayımlarına dayanıyor. Söz konusu varsayımın kökenindeki gerekçelerden birinin, bazen gereğinden çok vurgulanan kültürel/sosyal iktidara verilen değer olduğu kanısındayım. Oysa iktidarın bu şekilde hareket ediyor oluşunun nedeni, yalnızca 2017’de benimsenen ve yönetilemezdik vaat eden hükümet biçiminden ya da bürokratik pozisyonlara uygun insanlar bulamadığından kaynaklanmıyor. Sizce, CHP’nin bedeli mukabilinde danışman tuttuğu Rifkin için yeterli birikmişi yok mu iktidarın? Ya da muhaliflerin gördüğü hiçbir şeyi görmüyorlar mı? Mümkün mü böyle bir şey?
Liyakat ve beceri önemsizdir, demiyorum; bir ideolojinin-partinin yönetim şeklini her durumda liyakatsizlikle ve beceriksizlikle açıklamaya çalışmak yanlıştır, diyorum. Mütemadiyen “Yönetemiyorsunuz” deniyor ya, bir diğer seçenek de “Böyle yönetiyorlar” olabilir, örneğin. İktidar, devletin alışılmış yapısını dağıttı ve kendi idaresini kurdu, o idare biçiminin yönetim yordamı da bu. Yönetimde beceriksizler yok, siyasal İslamcılar var. Bu kanaat, çoğu durumda beceriksiz davrandıkları gerçeğinin inkarını gerektirmiyor. Ve bu kanaat, iktidarın sınıfsal yapı ve tercihlerinin, ideolojisinin, tarihsel düşlerinin de hesaba katılmasını öneriyor.
‘Devleti şirket gibi yönetmek‘ ifadesi unutuldu mu? Bakınız, “Devlet nerede?” sorusunu yöneltenlere Hakkı Özdal, ‘Anadolu katliamı’ başlıklı yazısında, “Yıkımın gerçekleştiği coğrafya, uluslararası sermeyenin, yerli tekelci burjuvazinin ve ‘Anadolu sermayesi’ gibi isabetsiz bir ifadeyle de adlandırılan dinbaz burjuva katmanlarının el birliğiyle sürdükleri bir sömürü tarlasıdır” diyerek yerinde bir yanıt vermiş.
Burada, bundan kırk yıl önce ‘devlet’ olgusu üzerine Türkiye’deki ilk monografiyi (‘Devlet Nedir?’, son baskı Yordam Kitap) kaleme alan hocam Cem Eroğul’un, 2015’teki bir söyleşisinden birkaç satırı yeniden alıntılamak istiyorum:
“Türkiye’de ilginç bir döneme girdik, demokrasiyle birlikte devlet de eritiliyor. Tabii ki bütün sınıflı devletlerde devlet egemen sınıfın aracıdır, ama sadece öyle değildir. Başka yönleri de vardır. Mesela devlet, ezilenlerin bir noktanın ötesinde ezilmesini engellemekle de yükümlüdür. Çünkü yarını ve kendini düşünmek zorundadır; yani meşruiyet yaratmak zorundadır. Bütün bunlar son birkaç yıldır kaybolmakta. Bu çok ilginç bir şey. Türkiye’de yönetici katmanlar, iktidardan ayrı bir güç olan devlet olgusunu gitgide ortadan kaldırmakta ya da eritmekte. Cumhuriyet devletinin en temel kurumları, kanun filan da çıkarılmadan, bir gecede yok edildi. Mesela kanun hükmünde kararnameyle Maliye Bakanlığı Teftiş Kurulu kaldırıldı. Akıl almaz bir şey! Teftiş Kurulu, tüm bürokrasinin belkemiğiydi. Kaldırılıverdi! Devlet bürokrasisinin hiçbir sürekliliği kalmadı. En önemli darbe de yargıya vuruldu. Yargı, iktidardan bağımsız olma niteliğini tamamen yitirdi. Dolayısıyla alışılmış devletlerde gördüğümüz tablo, Türkiye’de artık yok. İktidardan ayrı, gerektiğinde iktidarı da frenleyebilecek bir devlet gücü kalmadı Türkiye’de.”
Hal böyleyken, halihazırdaki tartışmaları ‘liyakat’ sözcüğünün büyüsünden kurtararak muhaliflere yönelik bilinçli aşağılayıcı tutumu, kurumların alt üst edilmesini, Cumhuriyet tarihinin tanık olmadığı ölçüde yoğun özelleştirmeleri, kamu yararını göz ardı etmenin sonuçlarını, yandaş (ve suskun) sermayenin kayırılmasını birlikte ele alıp, tümünün ‘siyaset gereği’ olduğunu hatırda tutmak iyi olur. Klasik liberal demokrasinin temel ilkeleriyle barışık bir ideolojinin mensuplarıyla değil, Necip Fazıl’daki ‘Başyücelik’ söylemiyle yetişenlerle yüz yüzeyiz.
Neoliberal İslamcılar iktidara geldi, yirmi yıl boyunca iktidarda kalmak için ne gerekiyorsa yaptı. ‘İleri demokrasi’ propagandası ile klasik demokrasi tanımını ters yüz etti ve onu ‘halkın, bir kişi tarafından, bir zümre yararına yönetilmesi’ ilkesine dönüştürdü. Benimsediği siyasal rejimin yaşama geçirilmesinin aşamaları vardı. Twitter, Ekşi Sözlük yasakları ve ‘not tutma’ uyarıları, parti-devlet siyasetinin güncel adımları. Şimdi ‘protestocu taraftar’ yasakları gündemde. Bu uygulamaların hiçbiri bana liyakatsizlik ve beceriksizlik sözcüklerini çağrıştırmıyor.
Seçim hangi ay yapılırsa yapılsın, muhalefetin kazanacağı kanısındayım. Şu aşamada Millet İttifakı’nın liyakat ve hükümet biçimine yaptığı ısrarlı vurgu, bir yandan gerekli, diğer yandan sonrası için düşündürücü. Malum, liyakatli kadrolar varken ve parlamenter sistemle yönetiliyorken de pek parlak değildi halimiz. Üstelik liyakat, bilim ve faşizm aynı yer ve zamanda mümkün. Nazi devrinin rektörü Heidegger, hukukçusu Carl Schmitt idi ve şu sıralar adı sık anılan Goebbels edebiyat ve tarih eğitimi almıştı. İdeolojilerden, sınıf çatışması ve siyasi mücadeleden masun değerlendirmeler doğru yere götürmüyor. Kamu yararı ve eşit yurttaşlık ilkeleri öncelikli olmalı yönetim anlayışında, bunun için de kamu yararını ve yurttaş onurunu önceleyen bir siyaset benimsenmeli. ‘İmtiyazlıların olduğu, sınıflı ve kaynaşmamış’ bir halkın ülkesinde.
Devlet-hükümet absürt tartışmasına dair kısa bir not:
Muhalif yurttaşın, “Devlet ile hükümet ayrıdır, biz hükümeti eleştiriyoruz” söylemi/tartışması ya da savunması akıl almaz bir yere vardı. Bırakalım parti-devlet olgusunu, velev ki devleti eleştiriyor insanlar, devlet ne ara eleştirilemez oldu, hayırdır? Eh kapatın tüm tarih ve siyaset bilimi bölümlerini o zaman.
Muhterem okur, muhtemelen bir faydası olmayacak şu tarihsel yaklaşımın/açıklamayı yine de dile getirmekte yarar var: Devlete, ‘devlet’ olarak, devlet olduğu için değer veren tek siyasal akım, faşizmdir. Bir demokraside devleti ya da hükümeti eleştirememek ne demek Allah aşkına! “Her şey devlet içinde ve devlet için, hiçbir şey devlet dışında ve başka bir şey için değildir” sözü Benito Mussolini’ye ait, başka bir şey yazmama gerek var mı?
Seçim sonrasında yeni yönetimin yapması gereken ilk iş, çocuklara doğru dürüst bir temel yurttaşlık eğitimi verilmesini sağlamak olmalı.