Okura not:
Günün 11’i, Türkiye medyasındaki görüş ve yorum çeşitliliğini yansıtmak amacıyla hazırlanmaktadır. Aşağıda özetini bulacağınız yazıya yer vermemiz, içeriğini onayladığımız ve/veya desteklediğimiz anlamına gelmez.
Yapılacak en iyi şey, Suudi Arabistan gibi ne yapacağını bilemeyen bir siyasi yapının ötesine geçip mali yönden daha güçlü olan Katar gibi bir devletin desteğiyle Haleb ve civarında asayişi sağlamak ve geri dönen mültecilerin refahını ve rehabilitasyonunu temin etmektir. Ancak bu, Esad yönetimi altında mümkün değildir. Esad rejimi, Suriye nüfusunun yalnızca yüzde 7-8’ini temsil eden unsurların oluşturduğu, bir arada yaşamaları mümkün olmayan bir topluluğa dönüşmüştür. Rejim ancak kendi taraftarlarıyla Batı Suriye’de Lazkiye civarında tutunabilir.
Eski Suriye’nin aslında çok da eski bir yapı olmadığı, Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan bir Fransız tasarımı olduğu açıktır. Bu yapılanmanın tekrar restore edilip edilemeyeceği ise büyük bir soru işaretidir. Bu restorasyon sürecinde ABD, İran ve Rusya gibi güçlerin bir anlaşmaya varmaları ve etkili bir şekilde varlık göstermeleri pek olası görünmüyor. Bölge devletlerinden en iyi niyetli olanı ise yine Türkiye ve onun müttefikleri olabilir. Bu bağlamda, bölgede bir tür diriliş sağlanabilir.
1966 yılının Mart ayında Türk-Arap Talebe Birliği ile Haleb’e gitmiştik. Antakya’dan sınırı geçtik. Doğa gerçekten çok güzeldi. Haleb, adeta rüya gibi bir şehirdi. Kendimi bir anda 19. ve 20. yüzyıl Osmanlı Türkiyesi’nde bulmuş gibi hissettim. Şehirde farklı etnik ve kültürel unsurlar bir arada yaşıyordu. Lokantaların sunduğu lezzetler başka bir tat ve renkteydi. Çarşı pazarın canlılığı ve renkleri büyüleyiciydi. Türkçe, şehirde konuşulan bir dildi; özellikle yaşlı nüfus bu dili kesinlikle biliyordu. Ayrıca, muhtemelen Çukurova’dan göç etmiş olan bir Ermeni nüfus da vardı. Doğrusunu söylemek gerekirse, Türkiye’den gelenlerle aralarında düşmanca bir ilişki yoktu.