MERT YILDIZ
Aslında Chelsea Teknik Direktörü Jose Mourinho her şeyi net bir şekilde özetledi, “Türkiye’de kaliteli futbolcular var ama çok pahalı” diyerek.
Mourinho bunu Galatasaray-Chelsea maçı öncesi spor muhabirlerine değil de futboldan hiç anlamayan yabancı bir iktisatçıya söylese, iktisatçının çıkarımı şöyle olurdu: “Demek Türk futbolcuları o kadar kaliteli ki, tüm liglerden çok ciddi talep olduğu için ücretleri Chelsea’nin bile bütçesini aşıyor.”
Mourinho da dönüp şöyle derdi herhalde o iktisatçıya: “Futbolu takip etmediğin belli, adamlar kaç yıldır Dünya Kupası’na bile gidemedi.”
Piyasa dinamiklerine ters
Yabancı bir iktisatçı için anlaması kolay bir olgu değil Türk futbolu. Serbest piyasalarda -ki futbol transfer piyasası büyük ölçüde serbest bir piyasa- bir ürünün fiyatını arz ve talep belirler. Talep arttıkça, arz artmazsa ürünün fiyatı artar; fiyat artışı talebi düşürür, talep düşünce arz da azalır ve fiyatta bir dengeye ulaşılır.
Dolayısıyla Türk futbolcularına uluslararası piyasada talep olmadığı halde fiyatlarının Chelsea için bile yüksek olması serbest piyasa dinamiklerine ters. Süper Lig’deki futbolcuların yüzde 50’sinden fazlasının yabancı olmasına rağmen Türk futbolcuların hâlâ çok pahalı olması, 40 yılın başında yurtdışına bir futbolcu ihraç edebilen takımlarımızın, her yıl takım başına üç beş pahalı futbolcu ithal edebilmesi serbest piyasa teorileriyle açıklanabilecek bir olgu değil.
Sürdürülemez bir sistem
Bu, futbolumuza özel bir durum değil. Ekonominin genelinde benzer bir durum söz konusu.
Ülkemizde üretilen ürünlere yurtdışında ciddi bir talep olmaması sebebiyle ihracatın toplam üretim içindeki payı hayli düşük. Buna karşılık tüketim ürünlerinin çoğunluğunu yurt dışından ithal ediyoruz. Piyasada yabancı ürünler ağırlıklı olmasına rağmen, ülkemizde belirli bir kalitenin üzerinde üretilen ürünlerin fiyatları ise hiç de ucuz değil.
Ekonomide yıldan yıla düşen büyüme oranlarının, futbolda da milli takımın son yıllarda uluslararası turnuvalardaki başarısızlığının açıkça gözler önüne serdiği gibi, ortada belirgin bir sorun ve bu sorunun yarattığı sürdürülemez bir sistem var.
Belçika örneği: Dipten zirveye
Bundan 14 yıl önce, Avrupa Kupası’nda milli takımımızın ev sahibi Belçika’yı 2-0 yenerek bir üst tura çıkması bizim için tarihi bir andı. Biz zamanında pek fark etdik ama bu Belçika için de tarihi bir andı…
1980’li yıllardan beri Avrupa’nın en iyi ekiplerinden Belçika son yıllarda düşüşe geçmişti. Milli takımları yaşlanmıştı. Yeni futbolcular yetişmiyor, yetişenlerse abileri kadar iyi oynayamıyordu. Takımda Fransızca ve Flemenkçe (Belçika’nın iki resmi dili) konuşan oyuncular arasında anlaşmazlık boy gösteriyordu. 2002 Dünya Kupası’na katılamamaları Belçika’nın futboldaki ‘Altın Yıllar‘ının bittiğinin en açık göstegesiydi. Belçika futbolu dibe vurmuştu.
12 yıl ileri sararsak, yaş ortalaması 25yıl genç olan bir Belçika takımı, 2014 Dünya Kupa’sında favoriler arasında gösteriliyor. Daha da önemlisi milli takımdaki sadece üç oyuncunun ulusal ligde oynadığı, Avrupa’nın en iyileri arasında bulunan İngiliz, İspanyol ve Alman liglerine genç futbolcu yetiştiren bir Belçika futbolu görüyoruz.
Biz üç büyükleri, Manchester, Chelsea, Real Madrid, Barcelona’yi takip ederken ne oldu bu Belçika futboluna?
Tablo 1: Belçika ve Türkiye’nin FIFA sıralaması
Model farkı: Belçika ihracata, Türkiye tüketime dayalı
Bugün gelinen noktada, Belçika futbolu ihracata dayalı, Türk futbolu ise tüketime dayalı bir modelle çalışıyor. Belçika yetiştirdiği futbolcuları daha pahalı liglere ihraç ediyor… Aynı Belçika ekonomisi gibi. Türk futbolu ise (ekonomisi gibi) taraftarların tüketimi üzerine dönüyor.
Tablo 2: İhracat ve hanehalkı tüketiminin toplam üretim içindeki payı (%)
Yerli futbolcu arzı talebi karşılayamıyor
Türkiye’de kulüplerin yurtdışına futbolcu göndermesine gerek yok çünkü yurtiçi talep kulüplere yeterli geliri sağlıyor. Forma satışları, maç biletleri, sezon kartları ve havuz gelirleri kulüplerin daha fazla gelir elde etmek için yurtdışında başarılı olma veya yurtdışına futbolcu gönderme gerekliliğini bile ortadan kaldırıyor.
Altyapıdan yeterli sayıda kaliteli oyuncu yetişmediği, yetişenlere de yeteri kadar forma şansı verilmediği için yerli futbolcu arzı talebi karşılayamıyor. Bu da yerli futbolcuların fiyatını artırıyor. Diğer bir deyişle, üretmeden tüketip yüksek enflasyonla (fiyat artışı) yaşamaya alışıyoruz.
İngilizler de bize benziyor
Bu, Türk futbolunun gelişmişlik seviyesi veya büyüklüğüyle ilgili değil. Dünyanın en büyüğü İngiliz Premier Ligi de bize benzer bir modelle çalışıyor. İspanyol, Alman veya Fransız liglerinde İngiliz futbolcuya çok nadir rastlarsınız fakat Premier ligin yüzde 70’i yabancı.
Buna rağmen, İngiliz kulüpleri artık İspanyol ve Alman kulüpleri kadar başarılı değil. İngiliz milli takımının uluslararası turnuvalardaki başarısızlığı halkın milli takıma desteğinin azalmasına sebep oluyor.
Ne yapılmalı?
Bir alternatif, bildiğimiz yolda ilerlemek. Futbolcu açığımızı borçlanarak yurtdışından kapatmak, içerdeki organik büyümeyle de (kulüplerin gelirindeki artış) bu borcu geri ödemek. ‘Nasıl olsa bizdeki genç nüfus futbola hastalık derecesinde hayran olduğu, tüketime dayalı kültür de devam ettiği sürece büyüme durmaz’ demek. Büyüme devam ettikçe de, eski borcu bir şekilde ödeyip yeniden borçlanarak daha fazla yabancı futbolcu getirip bozulmuş bir pastayı çilekle süslemeye devam edebiliriz.
Fakat büyüme ile gelişme arasında çok büyük fark var. Ekonomimizdeki ve futbolumuzdaki iç talebe (tüketime) dayalı modeli değiştirmezsek büyürüz ama olduğumuz yerde sayarız, gelişemeyiz. Milli takımımız bir başarı kazandığı zaman oyuncuları ve teknik ekibi göklere çıkarırız, kaybettikleri zaman yerin dibine batırırız. Geçici olduğunu sandığımız başarısızlıkların faturasını futbolcu, teknik direktör veya kulüp yöneticilerine çıkarırız, isimler değişir ama başarısızlık baki kalır. Gelişmeden büyümeye devam ederiz. Aynı ekonomimizde olduğu gibi…
Tablo 3: Türkiye’nin FIFA sıralaması ve ekonomik büyüme
Belçika’dan dersler
Her şey bir vizyon ve planlamayla başlıyor. Belçika’nın son beş yılda gördüğümüz yükselişi aslında bundan 10 yıl önce alınan radikal kararlara bağlı.
Belçika Futbol Federasyonu Başkanı Michel Sablon 2002 yılında kulüpler için hazırladığı bir broşürde Belçika futbolunun takip etmesi gereken yol haritasını çizdi. Takımların 4-4-3 sisteminde oynamaya alışması, genç futbolculara daha fazla fırsat verilmesi ve en önemlisi kazanma hırsıyla değil, futbolun gelişmesi amacıyla oyunun oynatılması gerektiğini anlattı.
Sablon’a göre, başlangıçta özellikle büyük kulüplerden itiraz gelse de, küçük kulüplerin başarılarını gördükten sonra ligdeki takımlarının yüzde 95’i bu sistemi uygulamaya başladı.
Sablon 15 yaşın altındaki oyuncuların 5’e 5 maçlar yapması, büyüdükçe 7’ye 7 maçlar yapıp mümkün olduğunca çabuk A takıma getirilmesi ve A takımda sonuç ne olursa olsun bu oyunculara fırsat verilmesi gerektiğini savundu.
Sonuçta Belçika’nın başarısı ortada. 2008 Pekin Olimpiyat Oyunları’nda son 4’e kalan 17 yaş altı takım, bugün Dünya Kupası’nda favoriler arasında. Birbirine tekme tokat saldıran değil, kampta birlikte film izleyip iki ayrı dil konuşmalarına rağmen gayet iyi geçinen bir takım var. Birebir kopyalamasak da Belçika’dan dersler alabiliriz.
3’üncü torba sendromu (nam-ı diğer orta gelir kapanı)
Bugün Süper Lig’de şampiyon olan takımlarımız Şampiyonlar Ligi’ne 3’üncü torbadan katılıyor. Karşılarına kendilerinden güçlü iki ekip çıkıyor. Senelerdir bu 3’üncü torbada takıldık kaldık. 2’nci torbaya bir türlü çıkamıyoruz, hatta sıralamada geriliyoruz.
Tüketime dayalı ekonomilerin en büyük sorunu belli bir noktada tıkanmalarıdır. Orta gelir kapanı olarak bilinen bu olgu büyüme oranlarının düşmesine sebep olur ve farklı ülkelerde farklı noktalarda ortaya çıkabilir.
2013 itibariyle ülkemiz bu kapana girmiş durumda. Ekonomimizdeki büyüme fetişi, futbolda ise kısa vadede kazanmaya odaklı modelimiz her türlü reformun gecikmesine sebep oluyor. Ağır altyapı yatırımları (ekonomide yol, köprü, bina, futbolda stadyum, tesis vs.) ülkenin tüm finansal kaynaklarını eritirken, yumuşak altyapı yatırımları (eğitim, sağlık vs.) geride kalıyor.
Betona değil insana yatırım şart!
Her ne kadar üniversite, meslek okulu, hastane sayısında ciddi bir artış olsa da aslında bunlar da katı altyapı. Gerçek yumuşak altyapı o üniversite, meslek okulu veya hastanede verilen hizmettir, ki bu konuda son 10 yılda ileri gidemedik. İçinde bulunduğumuz orta gelir kapanından kurtulmak istiyorsak betona değil insana yatırım yapmamız gerekiyor.
Sistemin her noktasında olduğu gibi, futbol için de aynı şey geçerli. İnsana yatırımın yolu kaliteli eğitimden, küçük yaşlarda verilmesi gereken disiplin anlayışından ve niteliklere önem veren bir kafa yapısından geçiyor.
17 yaş altı lig kurulamaz mı?
Genç yaştaki futbolculara kendilerini kanıtlamaları için bir 17 yaş altı ligi kurmak etkili bir yöntem olabilir. Erken yaşta A takıma yükselmelerini sağlayarak abilerinin tecrübelerinden istifade etmeleri üzerine bir strateji kurgulanabilir. Her şey günün sonunda vizyona, bu vizyonun doğru bir stratejiyle birleştirilip iyi bir planla uygulanması noktasına dayanıyor.
Deneme ve yanılma metoduyla devam edersek, bir 10 yıl daha kaybedebiliriz. Mancini, Biliç veya Ersun Yanal’dan beklenen gibi bireysel çabalarla tüm sistemi kurtarma ütopyasına kapılmadan net bir strateji etrafında doğru bir oyun kurmak gerekiyor.
Birlik olmak
3’üncü torbadan 2’nci torbaya gitmenin en kısa yolu birlik olmaktan geçiyor. Kulüp yöneticilerinin, teknik direktörlerin katılımıyla bir orta vade planı oluşturmasını ve uygulamaya koymasını gerektiriyor. Maç kazanmaya değil, futbolu geliştirmeye odaklanmaktan geçiyor. Taraftarların da, kulüplerin kısa vadeli başarısızlıklarına daha fazla tahammül etmesinden geçiyor.
Uzun vadeli başarıya, vizyoner bir bakış açısına sahip olmayı başarabilen ülke ekonomilerinden ders çıkarmayı, futbol konusunda doğru çalışan modellere sahip ülkeleri kendimize örnek almayı ve orta/uzun vadede iyi stratejileri kısa vadeli kazançlara tercih etmeyi öğrendiğimiz gün, futbolda orta vadede daha kaliteli ama daha ucuz genç futbolcular yetiştirip yurt dışına ihraç etmeye başlayabilir, başarı ihtimalimizi katlayabiliriz.
Ancak bu şekilde bizim yabancı ekonomistle Morinho’nun aynı dili konuşmasını sağlayabilir ve genel geçer bir doğruya ulaşabiliriz.