H. AYHAN TİNİN
Sanat da var / Sinema
insanatinart@gmail.com
Biri gelip beni alsın, eve gitmek istiyorum.
Öyle zannederiz hep… Asıl evimiz gençliğimizdir. Enerjik olduğumuz çağlarımız, duvarların üstünden atladığımız, koltuktan bir hamlede kalktığımız, arabanın direksiyonuna zıplarcasına oturduğumuz, şen kahkahalarımız dans adımlarımıza karışırken pistlerde ter döktüğümüz…
Kabul etmeyiz yaşlı olmayı…
Zorunlu bir sürgün hayatı gibi gelir yaşlılık.
Hala bizden iş geçmediğini göstermeye hevesleniriz.
“Bana bir şey olmaz” derken, “Bizim zamanımızda…” diye cümlelerle devam ederiz.
Saat ya da zaman geçsin istemeyiz.
Biri gelip alacaktır bizi, asıl evimize, gençliğimize döneceğizdir aslında, olsa olsa süresi belirli bir sürgündür.
Bütün yapraklarımız dökülüyor gibi hissetsek de…
Oysa herkes gider bir gün. Kendimizle kalır yüzleşir ya da yüzleşemeyiz.
Bir ‘harika çocuk’ Florian Zeller ve ‘harika adam’ Anthony Hopkins, Olivia Colman’ı da aralarına alarak harika bir filme imza atmışlar, ‘The Father’.
Türkiye saatiyle sabaha karşı saat 03:00’te düzenlenecek 93’üncü Oscar törenlerinde en iyi film ve en iyi erkek oyuncu ödüllerini almak için yarışacak…
‘The Father’, ödülleri alır ya da almaz. Yıllardır izleyen herkesin de bildiği gibi, Oscar ödülleri sinemadan fazla bir şeydir ve bildiğimiz bilmediğimiz birçok faktör devreye girer. Ancak bu o kadar incelikli ve usta bir biçimde yapılır ki sinemanın büyüsü ve sinema endüstrisi, ödülün anlamı bu durumdan zarar görmez. Diğer türlüsüne genellikle dilimizde ‘yüze göze bulaştırmak’ denir. Her neyse konumuz bu değil…
Florian Zeller 22 yaşında ilk romanını yayınlayan, bununla da kalmayıp üzerine hayli ciddi bir roman ödülünün de sahibi bir ‘harika çocuk’. Aynı zamanda oyun yazarı ve yönetmeni. Oyun yazarı derken, ülkemiz dahil olmak üzere dünyanın bir çok metropolünde perde açan oyunlar bunlar; çoğu da ödül almış.
Şövalye Sör Philip Anthony Hopkins’e gelince uzun uzun anlatmaya gerek var mı bilemiyorum. Sanat filmi yönetmenlerinin (ne demekse!) dudak büktüğü popüler filmlerde bile büyük/küçük her rolüyle efsane olmuş bir oyuncu, ‘harika adam’! Kimi zaman yaşlı bir Zorro, kimi zaman insan canavarı Hannibal… Hangi rolü üstlense oyunculuk dersi gibi performans sergileyen dünyanın yaşayan en büyük aktörlerinden biri… Eh böyle olunca da ortaya muhteşem bir hikâyenin, iyi bir sinema diliyle aktarıldığı seyredilir bir film çıkıyor ortaya.
Patlamalar, teknolojik numaralar, yıldızlar geçidi, acayip entrikalar, çok kötüler/çok iyiler yok filmde.
Sade, düz fakat her insana ait olma ihtimali çok yüksek, kimi zaman babanızın öyküsünü, kimi zaman kendi belirsiz geleceğinizi anlatan bir öykü var.
Zeki bir mühendis, gün gelir, zaman geçer ve yaşlandığında demansın pençesine düşerse…
Konu defalarca işlenmiş diyebilirsiniz. Ancak film bize bütün olan biteni üçüncü bir gözle değil, filmdeki adıyla Anthony’nin beyninin içinden anlatıyor. Biz bütün hikâyeyi Anthony’nin beyninin içine saklanmış bir şekilde onun yaşadığı haliyle ve onun gözünden izleyerek şahitlik ediyoruz. Bu bütün anlamı değiştiriyor. Çok daha dramatik ve etkili bir biçime dönüştürüyor.
İnsanın hem önceliği hem de gizli travması zaman ve yaşlılık kavramları, Anthony’nin saat tutkusuyla film boyunca hep ön plana çıkartılıyor. İnsan beyninin bilinmedik koridorları filmin geçtiği mekanların koridorlarıyla eşlenerek izleyiciye önemli bir düşünsel deneyim yaşatılıyor.
Neden unuturuz? Nasıl hatırlarız? Zihnimiz var olan gerçeği ne denli ezer bozar ve ortaya başka bir çarpıtılmış gerçek çıkartırız? Normal zamanlarda asla yapmayacağımız şeyleri yaptıran, yalan söyleten, sevdiğimiz insanları türlü biçimlerde suçlamamıza yol açan demans beynimize aslında neler yapmakta? Aslında var olan ve ön bellekle baskıladıklarımız mı ortaya çıkmakta yoksa?
Bütün bu soruları bir saat 37 dakika gibi makul ve izlenilebilir bir sürede sorgulatıyor ‘The Father.’ Oscar alır ya da almaz. Mutlaka sinemaseverin seyir belleğinde yer alması gereken bir film.
“Hava bu kadar güzel olduğu zamanlarda çok uzun sürmez” diyor bakıcı kadın. Gençlik de…