DAĞHAN IRAK
daghan@daghanirak.com
@daghanirak
Sevgili okuyucu, lütfen yazının başlığına bakıp, “Bunlar da tık avcılığına başladı” demeyesin; sana tık tuzağı kurmak gibi bir niyetim yoktur. Gerçi şimdi başlığın hakkı başlığa, bir cazibesi de yok değil ama atılma nedeni vallahi tık almak değil. Zaten benim yazıların ne kadar tık aldığından haberim yok, ahlakım bozulmasın diye sormuyorum; üç kişi de okuyor olabilir, üç yüz bin kişi de. Bence üçe daha yakındır -itirazım da yok- okuyucu artınca yediğim küfür logaritmik olarak artıyor. Neyse, yine ferdi goygoya daldık. Sözün özü, yazının sonunda -sana söz- başlıkta dediğim yere varacağız.
Bu yazının ‘Gavrilo Princip’i, yani bardağı taşırıp yazıyı yazdıranı, Ergenekon sürecinde yargılanıp hapis yattıktan sonra Twitter alemlerinde adını duyuran, oradan da önce CHP Parti Meclisine, sonra da aynı partiden İzmir milletvekili olarak parlamentoya giren eski pilot teğmen Mehmet Ali Çelebi. Çelebi, Ocak 2021’de CHP’den ayrılırken, partisini HDP’nin yörüngesine girip, şehitlere ihanet etmekle suçladı, sonrasında da Muharrem İnce’nin yeni kurduğu partiye katıldı. Oradan da kısa sürede istifa etti ve Cumhur İttifakına methiyeler düzmeye başladı. Eski CHP milletvekili, gazeteci Barış Yarkadaş tarafından ‘Çelebi’nin AKP’ye geçeceği’ iddiası ortaya atıldı. Çelebi, şu an Twitter’dan Yarkadaş’a hakaretler yağdırıyor, bir yandan da eski partisine yüklenmeye devam ediyor.
Çelebi’ye tekrar döneceğiz -tabii döndüğümüzde hâlâ aynı yerde duruyorsa- ama önce kavram kargaşalarını engellemek için adet olduğu üzere tanımla başlayalım. Başlıkta iki anahtar terim var; biri ulusalcılık, diğeri Erdoğancılık. Ulusalcılık denen şeyi kim nasıl tanımlıyor tartışılır, ama ben akla yatkın bir tanım ürettiğimi düşünüyorum. Şöyle ki; ulusalcılık dediğimiz şey, ağırlıklı olarak laik ve modernist bir milliyetçiliği savunuyor ama devletperverlik şartıyla. Ulusalcılık tartışmalarında, bu devletperverlik meselesinin fazla gözardı edildiğini düşünüyorum.
Biraz tartışacağım bunu müsaadenizle.
Türk milliyetçiliğinin, modern tarihimizde, kabaca iki ana akım şeklinde, zaman zaman birleşip ayrılarak ilerlediğini iddia edebiliriz. Bunlardan birincisi; kökünü önce İttihatçılıktan, sonra Kemalizmden alan laik, modernist, devletperver milliyetçilik. İkincisi ise, ülkücülük dediğimiz, Türk-İslamcı, daha popülist, hatta lümpen milliyetçilik. Son dönemde, ana akım siyasetin Erdoğan yandaşlığı-karşıtlığı üzerinden kutuplaşmasıyla yaşanan MHP-İYİP bölünmesi, aslında bu iki akımın ayrı olarak en net karşımıza çıktığı olaylardan biri oldu. Ancak ulusalcılıktan bahsedeceksek, konuyu MHP-İYİP-BBP’ye sıkıştırmak doğru değil. Zira son yirmi yılda politik eksenler o kadar birbirine girdi ki, daha geniş bakmak gerekiyor.
Türkiye, aslında baştan itibaren ana akım siyasetin ekseninin sağ-sol üzerinden çizildiği bir ülke olmadı. Orijinal Modern Türkiye projesi, toplumsal sınıfların reddine ve bir nevi devlet kapitalizmine dayandığı için bunun böyle olması da beklenebilirdi zaten. Bunun yerine muhafazakarlık-modernlik, kentlilik-köylülük, elitizm-popülizm, ekonomik devletçilik-liberalizm gibi başka eksenler kerteriz oldu. Tâ ki 1960’lardan itibaren ana akım krize girene, radikal sol ve ona rakip/antidot olarak çıkan devlet destekli radikal sağ sahneyi çalana dek. Aşağı yukarı bir yirmi yıllık dönemde Türkiye siyasetinin gerçekten sol-sağ ideolojiler üzerinden şekillendiği iddia edilebilir, ki aynı dönem CHP’nin ‘ortanın solu’na, AP’nin ise ‘bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz’e kaydığı dönem.
Gel gelelim 1980 darbesiyle bu siyasi manzara ters yüz, daha doğrusu dümdüz edildi ve tüm siyasi yapı; askeri-ekonomik cuntanın ve ağababalarının istediği şekilde baştan dizayn edildi. 1980’lerde, Türkiye’nin o koşullarında, SODEP ve sonrasında SHP ile bir sosyal demokrasi projesinin eni konu tutturulabilmesi değerlidir. 1980’lerin siyasi gündeminin, biraz da başka şeyler tartışılamadığı için, emek-sermaye çelişkisi merkezli olması ilginçtir.
Daha sonra eski dönemin liderlerinin siyasi yasaklarının kalktığı 1987 referandumu, 1991’de SHP-HEP işbirliğiyle Meclis’e giren Kürt milletvekillerinin güç zoruyla dışarı çıkartılması ve 1994 yerel seçimlerinde Refah Partisi’nin gösterdiği başarı, Sivas Katliamı, Susurluk Kazası ve 28 Şubat’ı kapsayan on yıllık bir süreçte siyasetin odağı, devletin geleneksel olarak tehdit unsuru saydığı Kürt uluslaşması ve İslamcılık üzerinden yeniden şekillendi. Sosyal demokrasi denemesi ise 1995 yılında Baykal’ın SHP’yi ‘yutmasıyla’ bitti.
2002-2010 arası, bu hikayede oldukça önemli bir dönüm noktası oluşturuyor. Bu dönem, yani AKP’nin iktidardaki ilk dönemi, bir laik-İslamcı çatışmasından ziyade, bir değişimcilik-statükoculuk çatışmasına sahne oldu. AKP, tıpkı tek parti dönemindeki muhalefet denemelerinde olduğu gibi, ekonomik ve toplumsal dönüşümleri savunan bir sağ koalisyon olarak ortaya çıktı; bu kimliğini de en azından 2007’deki seçim zaferine kadar korudu. 2007-2010 arası ise Fethullahçıların güçlü bir müttefik olarak desteğiyle önce koalisyonun merkez sağ öğelerini tasfiye etti, sonra da Erdoğan’ın kendi otokratik projesini hayata beraberce geçirdiler. 2010 Anayasa referandumu da bunun kemikleştiği yer oldu. 2013-14’e kadar da böyle devam edildi.
Aynı yıllara ulusalcılık açısından bakarsak, bu siyasi akımın önce ana akımlaşıp popülerleştiği, ancak bunu siyasi bir kazanca çeviremeden yenilgiye uğradığı bir dönemi görüyoruz. AKP’nin koalisyonlar dönemini bitirerek, şok bir şekilde tek başına iktidara geldiği 2002, tıpkı 1994’te olduğu gibi laik kesimlerde panik yarattı. Merkez sağ ve solun darmaduman olduğu 2002 seçimlerinden sonra ortaya çıkan muhalefet boşluğu, o dönemde yaygınlaşan internetin de yardımıyla, daha tabana yakın, daha popülist ve daha hırçın bir toplumsal muhalefetle kapatılmaya çalışıldı. Tuncay Özkan’ın ‘Biz kaç kişiyiz’ platformu, internet üzerinden düzenlenen kampanyalar, Cumhuriyet Mitingleri aslında Türkiye’de 1970’lerden sonra ilk kez bir kitlesel toplumsal muhalefet hareketinin ortaya çıkışı açısından ilginç ve yeniydi. Ancak, bu hareketin söylediği her şey eskiydi. Tek hareket noktası ‘devlet elden gidiyor’ olan hareket, demokratik bir söylem üretemedi ve AKP’nin demokratik alternatif olma iddiasını besledi. Türkiye’nin reform ihtiyacı olan, Kıbrıs sorunu, Kürt sorunu, Ermeni meselesi, AB üyeliği gibi konularda ulusalcı hareket; bağnaz, ilkel ve hırçın tutumlar takındı. AKP’ye karşı çıkarken Türkiye’nin ihtiyacı olan değişimlere de tavır aldı. Sonunda da 2007’de e-muhtıra ve seçim sürecinde ağır bir yenilgi aldı, sonrasında eskiden olduğu gibi etkisiz bir sistem dışı harekete dönüşerek tükendi.
Ulusalcılık açısında önemli bir dönüm noktası da Gezi’dir. Gezi, aslında ulusalcılığın AKP’ye karşı yenilgisini iyi etüt etmiş, Erdoğan’a karşı başka türlü bir muhafazakarlıkla değil, yeni bir demokrasi talebiyle ortaya çıkmıştı. Gezi’nin pek çok bileşeninin Cumhuriyet Mitinglerinde nefret kusulan sivil toplum hareketleri olması tesadüf değildir; zira ulusalcılık naftalin kokulu isteri krizleriyle AKP’yi alternatifsiz kılarken, o hareketler çevre eylemlerinde, Onur Yürüyüşlerinde, feminist gece yürüyüşlerinde, sansür karşıtı eylemlerde ve Hrant Dink’in cenazesinde kendi hikayesini yazıyordu. Gezi, eylem repertuarı ve söylem açısından hem radikal solun hem de bu hareketlerin mirası ve fazlası olarak ortaya çıktı. Gezi’ye katılan ulusalcı hareketler, daha sonra bu toplumsal hareketi Gazdanadam’la ele geçirmeye çalıştıysa da sonunda kendi küçük dünyalarına geri hapsoldular.
Köhnemiş ve yenik ulusalcılık için bir sonraki kritik eşik ise 2014-2018 diyebiliriz. Bu dönem, ulusalcı ideoloji kabuk değiştirdiği için değil, AKP ve Erdoğan kendi yenilgisini ötelemek adına pozisyon değiştirdiği için önemli. AKP’nin Gezi ve 17-25 Aralık sonrası girdiği darboğaz, üzerine çözüm sürecinin bitişi ve HDP’nin ciddi bir tehdit olarak AKP’nin karşısına çıkması, Haziran 2015 yenilgisi, Erdoğan’ı ve partisini devletçi ve militarist-milliyetçi bir çizgiye mecbur etti. Bu yeni pozisyon, aslında Erdoğan’ın klasik İslamcılıktan bir kol boyu uzaklaşarak, kendi kişi kültüne dayanan bir parti-devlet rejimini inşa etmesini de sağladı.
İşte burada başlıktaki ikinci terime, yani reisçiliğe geliyoruz. Erdoğancılığın ya da reisçiliğin artık ne düşünsel ne de tarihsel anlamda İslamcılığı karşıladığını söylemek mümkün. Bugün reisçilik dediğimiz şey, tamamen Erdoğan’ın şahsında cisimleşmiş bir devlet ve onun yürütücü ayağı olan partiden oluşuyor. Bu rejim, Erdoğan ne kadar İslamcıysa o kadar İslamcı, ne kadar milliyetçiyse o kadar milliyetçi. Sabit bir ideolojik çizgisi yok, dalgalı kura tâbi. Temel davası, Erdoğan’ı iktidarda tutmak, diğer tüm gündemler, buna hizmet eden ikincil konulardan oluşuyor. Bütün devlet aygıtı, Erdoğan’a göre pozisyon değiştiriyor; dün ağızlarına geleni söylediklerinin önünde bugün el pençe divan karşılama töreni yapabiliyorlar. Teşbihte hata olmaz, ceberrutluk, keyfilik ve kendi öncülünü deforme etmek açısından herhalde en benzer örnek, Kuzey Kore’deki Juchecilik. Orada bile en azından kendi içinde tutarlılık var gerçi. Bizim parti-devlet rejimine Kafkavari de denemez, dense dense Vonnegutvari denebilir, zira ‘Dava’daki bunaltıcı bürokrasiden bile fazla ‘Kedi Beşiği’ndeki akıldışı adanmışlık var içinde.
Peki bu garabet rejim, ulusalcıları neden çekiyor? Vaktinde Taksim Dayanışması üyesi olan Vatan Partisi, Gezi’ye katılan TGB, adı bir ara ana muhalefet liderliği için anılan Metin Feyzioğlu, bizzat AKP tarafından hapse atılan Nedim Şener ve nihayet Mehmet Ali Çelebi, neden bu rejime böylesine iştahla meylettiler? Her yaptıkları bir şekilde AKP’ye yarayanları saymıyorum bile…
Hatırlarsanız yazının başlarında bir yerde, ulusalcı-AKP çekişmesinin bir değişimci-statükocu ihtilafı olduğunu savlamıştım. Bugün AKP’nin geldiği pozisyon, ulusalcıların baştan beri hayal ettiklerini bire bir olmasa bile çok büyük oranda karşılıyor. Otokratik tek adam, ceberrut devlet, hak-özgürlük değil görev-ödev merkezli toplum düzeni, etnik milliyetçilik, her türlü ‘öteki’ olana düşmanlık ve devlet şiddeti, kesif ve tartışılmaz bir illiberalizm; bugün yalnızca Erdoğan’ın sağlayabileceği koşullar. Devletperverler, sopanın bu ülkenin tarihinde hiç olmadığı kadar sert ve hoyratça kullanılmasından büyük bir haz duyuyorlar. Bu rejime kapılanmak, onları hem sopa yemekten koruyor hem de o sopanın bir sonraki hedefinin belirlenmesinde etkin rol alıyorlar. Ulusalcılar, kafalarındaki projeyi en billurlaştırdıkları dönemde bile böyle bir ‘tek adam’ı bulamamışlardı, en azından Enver, Talat ve Cemal, bir Alman denizaltısına yalvar yakar binip ülkeden kaçtığından beri… Bir gücetaparlık ideolojisi olan ulusalcılık için bu o kadar önemliydi ki, vaktinde onları sahneye taşıyan laiklik tartışmasını bile çabukça feda edebildiler. Zaten laiklik meselesini çıkarıp Cumhuriyet Mitinglerinde diğer savunulanlara bir bakın; Kıbrıs sorununda işgal-ilhak yanlılığı, Ermeni meselesinde inkar, Kürt sorununda askeri çözüm, Ortadoğu’da irredantizm, etnik Türkçülük, sivil toplum örgütlenmelerinin kriminalleştirilmesi, devletin bekâsı adına otokrasiyi demokrasiye tercih etmek… Ulusalcıların o zamanlar kitaplarda afişe ettiği, internet listelerinde gezen ‘sivil toplum hain listeleri’ne bir bakın, kaçı sonradan Erdoğan’ın hışmına uğramış…
Mehmet Ali Çelebi’nin AKP’ye geçip geçmemesi hiç önemli değil. Çelebi, aklen ve kalben reisçi. Onun siyasi çizgisini temsil edebilecek, kafasındakileri eyleme geçirebilecek başka bir hareket yok. Diğer ulusalcılar için de bu böyle, hatta bir kısmı karşı ittifakta yer alanlar için bile. Reisçi olmayı açıktan kabul edip etmemeleri yalnızca tâli bir mesele; bugün oraya gelmemişlerse bile, yarın kaçınılmaz olarak gelecekler. Çünkü savundukları bağnaz, ilkel ve hırçın toplum projesini yalnızca reisçilik karşılıyor.