MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
İkindi vakti, çok yakın bir akrabam geldi. Ablamla börek sarıyorlardı. Ben de balık tavalıyordum. Laf lafı açmadı, memlekette olan bitenden, daha doğrusu çıkarılan ve bitmeyen savaştan ve ırkçı saldırılardan başka bir şey pek konuşulmuyor pek.
Akrabam, adı Siren olsun, Dağlıca denince her seferinde aklına oğlunun, adı Numan olsun, geldiğini ve aklının çıktığını söyledi. 2007-8’de askerliğini Dağlıca’ya yakın bir yerde, Otluca’da yaptı Numan; yani yüzünden hiç eksik olmayan o gülümsemeyle ölebilirdi, birkaç gün önce Dağlıca’da ölen güleç çocuklar gibi.
Siren, oğlu Güneydoğu’ya çıkmasın diye tanıdığı birini aramış. O tanıdığın abisi etkili olabilecek bir askermiş çünkü. Bu arada, Numan’ın kardeşi Arda, annesine takılıp duruyormuş, “Abime Şırnak çıkacak” diye. Siren de kızıyormuş: “Öyle deme, çıkarsa kırarım kafanı senin.”
O tanıdık, söz verdiği şeyi yapmamış, hıyar, Numan’a da Hakkari Yüksekova çıkmış. Siren’e söylemeleri çok zor olmuş bu durumu. Siren, “Ağlayarak, saçımı başımı yolarak Numan’ın odasına girdiğimde” diye anlatıyor, “feci durumdaydı, şoka girmişti sanki.”
Numan, bir şans olarak, ordunun radyosunda çalışarak tamamladı altı aylık askerliğini. Sağ salim döndü. Fakat yedi yıl sonra bugün annesi o günleri, oğluyla ilgili endişelerini hala ağlayarak anlatıyordu.
Araya koyacak etkili asker tanıdıkları bedelini ödeyecek paraları olmayan, birkaç gün önce Dağlıca trajedisinde ölen gencecik çocukları gözyaşları içinde anıyor, onların annelerinin, babalarının acısını, kendi oğluyla ilgili eskimemiş endişesini misliyle çarparak hissediyor, anlatmaya çalışıyor ve yine ağlıyordu. “Ne vatanı, ne vatanı!” diye kükrüyordu, “Benim oğlumun yanında ne kıymeti var!”
Siren şanslı olduğu için, ağlıyordu, ama kükreyebiliyordu, oğlu sağdı. Yıllardır ölenlerin anne babalarının çoğu nasırlaştırıcı psikolojik baskının, beynimize kazınan propagandanın etkisiyle, vatanseverlik uyuşturucusuyla ne kükreyebildiler, ne isyan edebildiler; ya da seslendiremediler.
Yine çok yakın bir başka akrabam, adı Dünya olsun, 2012 Eylül’ünde, üç otobüs bir minibüsle kimi birliğine teslim olmaya giden, kimi görev yerinden birliğine dönen askerlerin arasındaydı. Sivil kıyafetliydiler, her otobüste altı silah vardı. PKK, Bingöl-Muş karayolunda konvoya saldırdı; 10 asker öldü, 70 asker yaralandı. Bizim Dünya çok şanslıydı, yara almadan kurtuldu.
Dünya’nın sevgilisi, adı Derya olsun (şimdi evliler), yola çıktığından beri durmadan telefonla arıyormuş. Saldırıdan hemen sonra konuşmuş. “Saldırıya uğradık, yaralılar var, konuşamayacağım, gitmem lazım” demiş Dünya. Derya, “Sende bir şey var mı?” diye sormuş. “Bilmiyorum” demiş Dünya, “Yok galiba.”
Dünya’nın annesi de, adı Nihan olsun, çok şanslıymış, hem oğluna bir şey olmadığı için hem de saldırıyı duyar duymaz oğlundan telefon geldiği için.
Nihan da bugünlerde olanlardan bahsederken, “Korkunç” diye söyleniyor. “Benim oğlum ya da başkasının oğlu, çocuklarımız niye ölsün, niye ölüyor” diyor öfkeyle.
Dünya, Dağlıca’da ve başka yerlerde ölen ve yaralı askerleri taşıyan, kurtaran, sarıp sarmalayan Kürtleri anıyor. “Biz saldırıya uğradığımızda da Kürt köylüler geldi. ‘Gelin evlerimize sığının’ dediler. O köylüler taşıdı yaralılarımızı” diye anlatıyor.
Ve tabii, ölen silahsız Kürtlerin, savaşan PKK’lilerin annelerinin feryadını duymuyoruz. Yok gibiler. Onlar yokmuş gibi yapıyoruz. Acı çeke çeke artık acı çekmediklerini sanıyoruz, acı çekmelerini onların varoluşu, fıtratı haline getirmişiz kafamızda. ‘Terörist’ deyip onu insan olmaklığından sıyırıyoruz. “Kestiğimizde ağaçlar, kopardığımızda bitkiler acı çekiyor mu?” sorunu kadar bile dert etmiyoruz. Ateş altındaki Cizre’de ölen çocuğunu buzdolabında saklamak zorunda kalan annenin acısını mesela.
Dağlıca’da, Iğdır’da, başka yerlerde şu son birbuçuk ay içinde öldürülen çocukların anneleri, babaları, abileri, çocukları umarsız bir acıyla ve ilelebet dinmeyecek gözyaşıyla, kendi trajedilerine ve yavrularına faydasız, derman olmayacak bir isyanla ağlıyor. Belki başkaları için bir uyarı olur. Onların birçoğu da aynı şeyleri söylüyor: “Oğlum gittikten sonra vatan sağolmuş, sağolmasın”, “Cumhurbaşkanı’nın bayrağını kaldırın”, “Barış diyorlardı, neden savaşa döndüler?…”
Öldürülen askerler ve polislerin ardından, “Operasyon değil, katliam isteriz” diye sokaklara dökülenlerden veya Kürtlere saldıranlardan biri bu savaş politikaları yüzünden ölse, onların anneleri, babaları, abileri de benzer bir isyanın içinde kavrulacak, hepsi aynı sözleri telaffuz etmese de. Belki bu azgın, bu insanlıktan çıkmış kalabalıktan birinin abisi aynı şekilde öldürülmüş olsaydı, gidip Kürtlere saldırmak, Kürtçe konuştu diye bir çocuğu öldürmek yerine abisinin hiç gerek yokken ölmüş olmasına isyan edecekti. Abisine duyduğu sevgi, vatanseverliğini unutturacak, ona üstün gelecekti. Bir başkasına ise üstün gelmeyecek, vatanseverliğini perçinleyecekti.
Ama Ülkücülerin, ulusalcıların, milliyetçilerin başkalarının ölümüyle vatanseverlik perçinlemesi, Kürt sorununda uyduruk da olsa müzakere etti diye nefret edip lanetledikleri Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu’nun şimdi başkalarının çocuklarını pervasızca feda edip şehit edebiyatı ve vatanseverlikle iktidarlarını perçinlemeye çalışmasından hiç de farklı değil.
Ülkücülere ırkçı diye kızıp aşırıya gittiğini düşünenler, yani ‘makul’ kabul edilen ve kendilerini bu ‘aşırılıklara’ kaptırmayan vatanseverlerin (pek çok CHP’linin de yani) göremediği, kendilerini ve başkalarını da kandırıp görmek istemediği gerçek şu: Vatanseverlik ile milliyetçilik, ulusalcılık ve ırkçılık arasında hiçbir fark yok. Sandıkları gibi çooook büyük farklar olmaması bir yana, görülemeyecek farklardan bile bahsedemeyiz. Hepsi aynı bokun soyudur. (Bazı solcular ‘yurtseverlik’i seviyor, onun da bir farkı yoktur, öbürleriyle aynıdır.) Ve Tolstoy’un dediği gibi, “Vatanseverlik, köleliktir” ve “vatanseverliğin hipnozundan uyanmak gerek”.
Tolstoy, her tür vatanseverliğin neden melun bir şey olduğunu ve bunun kabul edilmesinin neden çok zor olduğunu, iktidarların varlıklarını nasıl vatanseverlik üzerine inşa ettiklerini ve iktidarı sürdürmek için vatanseverliği nasıl kullandıklarını … gayet açık biçimde anlatır.
“Bireyin her şiddet eylemini cezalandıran kamuoyu, kendi ülkesinin gücünü arttırmak maksadıyla diğer halkın mülkiyetine yönelen her gaspıysa övüp, vatanseverlik erdemi diye yüceltir” der.
Tolstoy, vatanseverlikle barışın birarada bulunamayacağını söyler: “Vatanseverlikle barışı bağdaştırmak, aynı anda hem dolaşmaya çıkmak hem de evde kalmak kadar imkansızdır.”
Ve şöyle devam eder:
“Savaşın kökü de, münhasıran kendi halkının hayrını arzulama, yani vatanseverlik denen şeydir. Öyleyse, savaşı yok etmek için, vatanseverliği yok etmeli.” (Bu alıntıları yaptığım nefis kitabı, Vatanseverliğe Karşı’yı, şu linkten bedava indirip okuyabilirsiniz)
Vatanseverlik, bizi şimdi çok kanlı ve daha da kanlı olacak bir ortama hapsetti yine. İktidar da toplumun neredeyse tamamının hayırlı bir şey saydığı ve sandığı bu melun vatanseverliği varlığını sürdürmek için kullanıyor; sadece AKP iktidarının varlığından söz etmiyorum, bu zihniyetin iktidarını sürdürmesinden de söz ediyorum.
Denebilir ki, Kürtlerde de milliyetçiler var, Kürt milliyetçiliği yapıyorlar. Evet, kesinlikle böyleleri de var. Ama işte birinin milliyetçiliği öbürününkini yaratıyor, teşvik ediyor, azdırıyor. Ayrıca, her iki tarafın da ideolojik aygıtları çalışıyor.
Bu ölümler karşısında vatanseverliğe sarılmak, ölümleri ve yakınlarının acılarını vatanseverlikle ‘pansuman’ etmek, depremlerde, sellerde, iş cinayetlerinde can veren insanlar için ‘takdir-i ilahi’ demek kadar saçma, alçakça ve insafsızca bir şeydir. ‘Takdir-i ilahi’ açıklamalarını ilkel bulup öfkeden köpürenler, ‘vatanseverlik’ diyerek daha vahşi bir ilkellik sergiliyor.
Vatanseverlik sevilebilecek bir ortam inşa etmenin önündeki engeldir. Çünkü vatan, gerçekten, hiç önemi olmayan bir şeydir, bir çocuğun hayatı daha önemlidir. Vatan bölünebilir, parçalanabilir, başka türlü kurulabilir. Yaşanacak, hatta daha iyi yaşanacak birlikler, yapılar oluşturulabilir. Yaşadığımız yerler, o yerlerin bağlı olduğu siyasi ve idari birimler ve büyüklükler değişti durdu zaten tarih boyunca, yine değişecek…
Ama çocuklarımız, onlar bölünemez, parçalanamaz. Şu anda onları parçalıyoruz. Sadece, çocuklarımız yerine vatanı feda etmek, feda etmek istemeyeceğimiz bir ‘vatan’ yaratabilir. O zaman, vatanseverliğin verdiği arsızlık, açgözlülük ve hırsla başkalarının vatanına hükmetme, zulmetme, sömürme iğrençliğinin önüne geçebiliriz ancak.
Vatanseverlik, yaşadığımız bu güzel coğrafyayı korumamızı da sağlamadı, sağlamıyor üstelik. Vatanseverlik doğa katliamını, kar hırsını, her tür sömürüyü, katliamı süslüyor; vatanın hayrı diye bütün melanetleri sineye çekmemizi istiyorlar, çekiyoruz.
Artık ‘vatanseverliğin hipnozundan uyanma’ vakti; çocuklarının ölümüyle bu hipnozdan uyananların feryatları da bunu söylüyor. Duyamıyor musunuz? Caddelerde “Katliam istiyoruz” diye nara atan vatanseverlerle bir misiniz? ‘Onlar gerçek ve iyi vatanseverler değil’ bayat kaçamağına sapmayın. Bütün vatanseverlikler katliam ister ve yaratır, birileri bazan bunu yüksek sesle gönülden söyler. Siz söylemiyorsunuz diye bundan sıyrılamazsınız.
Genç arkadaşım Nazlı Demet Uyanık Facebook’ta şu cümleyi yazmıştı: “Bu ülkede henüz faşist olduğunu bilmeyen, ama zamanı geldiğinde öğrenmek zorunda kalacak çok insan var.”
Nazlı’nın affına sığınarak cümleyi şöyle değiştiriyorum: “Bu ülkede henüz faşist olduğunu bilmeyen, ama zamanı geldiğinde öğrenmek zorunda kalacak çok vatansever var.”
Vatanseverlik ölüme de köleliktir. Şehit yok ve şehitlik de yüce bir makam değil, devletlu bir kandırmaca. Çocuklarımız bir hiç uğruna öldü, ölüyor, ölecek.
Dur de!