
MURAT SEVİNÇ
İlkbahar-yaz mevsimi geldiğinde gazetelerde mezuniyet törenlerini okuruz. Her okul, ilkokuldan yükseköğrenime kadar, kendi geleneğince ve imkanları dahilinde bir ‘veda buluşması’ hazırlıyor. Eğitimcilerin, öğrencilerin, aile ve eş dostun, okul personelinin bir ucundan tuttuğu, öğrencinin heyecan, ailelerin onur duyduğu günler. Öğrenci, zaten bildiği ve uzun zaman geçirdiği bir yerde o güne dek hayal etmediği bir deneyim yaşarken yakınları muhtemelen ilk kez çocuklarının dünyasına tanık olur, kenarından da olsa.
Farklı kesimlerden öğrenciler okulda geçirdikleri zaman zarfında biraz birbirine benzer görünür aslında. Oysa mezuniyet günü aileleri geldiğinde, her birinin aslında kim olduğunu daha iyi anlar, görürsünüz ve bu denli farklılığın orada bir arada oturuyor olması, çok hoş, duygulu bir andır.
Okuldan okula değişmekle ve köklü okulların daha zengin deneyimi olmakla birlikte, mezuniyet törenlerinin özelliklerinden biri, öğrencinin ülkeye ve kurumuna tepkisini/eleştirisini gösterme fırsatı bulması. O artık öğrenci değil, mezun. En az 22 yaşında, dört yıldır seçme ve ‘seçilme’ hakkına sahip, siyasî duruşu ve tercihleri olan bir yurttaş, aramızda kalsın, siyaset esnafının ekseriyetinden daha donanımlı.
Mezuniyet konuşmasıyla, açtığı pankartla, bazen arkasını dönerek, bazen tezahüratla protesto haklarını kullanıyor mezunlar. Eleştirinin yöneldiği, bir siyasetçi, bir üniversite yöneticisi, bir öğretim üyesi vb. olabiliyor. O yaşa gelmiş bir yurttaşa neyi protesto edeceğini ya da destekleyeceğini söyleyecek haliniz yok. Açtıkları pankartları ve ifade biçimlerini yılların muhasebesi kabul etmek, mümkünse, ders çıkarmak gerekir.
Son zamanlarda olup biteni özetlemeye gerek yok herhalde, parti-devlet idaresinin muhalif yurttaşın soluğunu kesme niyeti, üniversiteleri de kapsar halde. Zaten ses çıkarma, bir şeyleri protesto etme ihtimali olan üniversite ve üniversiteli sayısı çok az. Bir kez daha yinelemekte zarar yok; Türkiye’de bilimsel özgürlük-düşünce özgürlüğü gibi ‘olmazsa olmaz’ ilkeleri akademik işin merkezine koyan ‘azınlıktaki’ kurumları ve öğretim üyelerini bir yana koyduğunuzda, üniversiteden geriye iyi ihtimalle Afyon dinlenme tesisi kalır.
Ancak kurumlar neye benzerse benzesin, hemen her yerde bir şeylerden rahatsız öğrenci toplulukları, gençler mevcut. Muhtemelen çoğu, okullarında seslerini çıkarmaya cesaret edemeyecek ölçüde azınlıkta ve etkisiz hissediyorlar, oralardaki muhalif öğretim elemanları gibi. Buna mukabil eleştirel kültürün güçlü olduğu okullarda, diğerlerinde yeşermesi kolay olmayan bir özgüven ve muhalif damar söz konusu.
Son yıllarda -OHAL döneminde üniversitedeki rektörlük seçimi kaldırılıp hepsi aynı merkezden ve malum ölçütlerle atanmaya başlayınca- her şey gibi mezuniyet törenleri de tartışmalara neden olmaya başladı. Öncesinde, üniversiteler rektörlerini seçerken de seçmiyordu aslında, adı seçim, kendisi hokkabazlıktı, ancak hiç olmazsa seçime benzer bir görünüm ve yönetenin o seçimden gelen meşruiyeti vardı. Bunu da yok ettiğinizde, devlet üniversiteleri tümüyle atananların, hatta bazen o kurumla hiç ilgisi olmayanların elinde kaldı. Vakıflar bu açıdan daha şanslı, iktidar tercihlerine direnmek isteyenler (yine az sayıda), partiyle arayı iyi tutup çalışanlarını da bunaltmadan ‘idare’ edebildiler şimdiye dek. Bazı vakıf üniversiteleri ise zaten parti şubesi sayılır, yönetimiyle, çalışanlarıyla, müfredatıyla vs.
Hâlihazırdaki devlet üniversitesi yönetimlerinin tamamı iktidarca belirlendi, bir kısmı doğrudan AKP’de, vakıflarda vs. görev yapmış isimler. Örneğin Ankara Üniversitesi’ne, üç dönem AKP milletvekilliği yapmış birini atadılar. Haber bile olmadı. AKP’de benzer eğilim her alanda var, vekil eskilerini yönetim kurulu üyeliklerinde, Dışişleri’nde, bir kısmını Saray’da, kimini de üniversitelerde değerlendiriyorlar. Annem, babamın işi gücü bırakıp emekli olmasına hep karşı çıkar, konu açıldığında, “Kahven yok, gezmen yok, bütün gün beraber evde mi oturacağız” derdi. Parti-devlet bu sorunu kendi içinde, bir makamda işi bitenleri hemen diğer makam ve makamlara atayarak çözüyor. Er kişiler bir yerlerde oyalandığı için eşler memnun, eh birkaç gelir kapısı göz çıkarmaz, haliyle herkesin keyfi yerinde. Makamlar da elin adamına gitmemiş oluyor böylece.
Ne demek bu? Üniversitede idareci olanların hiçbiri, o koltuğu hak ederek, emek harcayarak, seçilerek gelmiş değil. Tercih edilmemişler. Hiç kimse davet etmemiş, oy vermemiş, buyur etmemiş. Haliyle, bir velinimetiniz var ve ona, onlara borçlusunuz. Niteliğiniz, yeteneğiniz, emeğinizle değil, atanmanız uygun görüldüğü için oradasınız ve öyle bir konum ki, tek taraflı bir işlem olan istifaya dahi başvuramaz, bir ihtimal ‘affınızı’ talep edebilirsiniz.
Ceberutluğun geçer akçe olduğu zamanlarda, diyelim 12 Mart, 12 Eylül ya da 15 Temmuz sonrası gibi süreçlerde, devlet üniversitelerinde (muhtemelen pek çok kurumda) yönetim görevi verilenler, genellikle oradaki en silik, olağan zamanın sessiz sedasız görünen figürleri oldu, oluyor. Bir başka söyleyişle, vasatlığın birikmiş öfkesiyle, hak edilmeyene sahip olmanın biraradalığı söz konusu. Tatsız bir karışım.
Şimdi üniversitelerde geleneksel mezuniyet törenlerinin yasaklanmasına, yönetenlerin öğrenci karşına çıkamamasına, mezun genç konuşma yaparken dekanın korkup susturmaya çalışılmasına, hekimler yemin ederken ne yapacağını bilemeyenlerin endişe içinde ışıkları söndürmesine, öğrenci konuşmaya başlayınca bir diğer zavallı dekanın korkudan salonu terk etmesine tanık olunca, hak etmenin ve niteliğin, insani ve mesleki duruşun ne denli hayati olduğunu düşünüyorum, her seferinde.
Nasıl korkuyorlar ve nasıl da endişeliler, emek harcamadan edindikleri her neyse onu bir anda kaybetme ihtimalinden. İşin anlaşılması güç yanı, figüranı oldukları hikâyenin eninde sonunda biteceğini bile bile, iki gün bile olsa orada bulunma ve iktidara yaranma istekleri. Bir de tabii, bu kareli ceketli memurların, herhangi bir düşüncenin ve itirazın hot-zotla bastırılabileceğine inanmaları. Mümkün mü böyle bir şey, bakın Boğaziçi alternatif mezuniyet düzenledi işte. ODTÜ’lüler de her zamanki gibi stadyumlarında mezuniyet törenini yapmak istiyormuş, okuduğum kadarıyla.
Ezcümle, bu idarecilerin içinde bulunduğu ve hak ettiği trajediden son derece memnunum. Bu günler geçer ve daha özgür zamanlarda o törenler, yine olması gerektiği gibi yapılır nasıl olsa.
İyi, sağlıklı bayramlar dilerim.
Yazı önerileri
Aydın Selcen’in Artı Gerçek’teki ‘Diplomaside zafer, hezimet, liyakat üzerine‘ başlıklı yazısı.
Gökçer Tahincioğlu’nun T24’teki ‘Çıplak arama, polis devleti ve Onur Yaser Can‘ başlıklı yazısı.