HÜRREM SÖNMEZ
Geçen eylül ayında Ugandalı Jesica Nankabirwa, İstanbul’da tecavüze uğradıktan sonra 4’üncü kattan aşağı atılarak öldürüldü.
Jesica 39 yaşındaydı, bir tekstil atölyesinde çalışıyordu. Kimbilir ülkesinde nasıl bir hayat isabet etmişti ki payına, kalkıp oralardan ekmek parası derdine İstanbul denen kuyuya düşmüştü.
Arkadaşları bir haftalık aramanın sonunda bir hastane morgunda buldular Jesica’nın ölü bedenini, cenazesini ülkesine gönderebilmek için aralarında para topladılar; kendisi gibi göçmen arkadaşları, yol bilmeyen, iz bilmeyen, kimseyi tanımayan kendisi gibi ‘siyah tenli’ arkadaşları, kapı kapı dolaşıp Jesica’yı aradılar belki.
Hikayesini hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz
Biz onun hikayesini bilmiyoruz, hiçbir zaman da öğrenemeyeceğiz… Muhtemelen öldüğü gece başına neler geldiğini de. Bir fotoğrafını gördük sadece, üstünde siyah hırkası, doğduğu toprakların alameti farikası siyah teni, siyah saçları, boşluğa bakar gibi bakan gözleriyle o fotoğraftan bakıyor bize…
Belki kendisi gibi göçmen arkadaşlarıyla otururken akıllı telefonla çekilmiş, belki bir resmi işlem için lazım olmuş da çekilmiş o tek fotoğrafı var onunla ilgili tüm haberlerde. Yüzünde dokunaklı bir ifade. Ben hiç coşkuyla gülümseyen bir göçmen tanımadım.
Kim arar kim sorar?
Bir umudun peşinde bilmedikleri ülkelere doğru yola koyulan milyonlarca göçmenden biriydi Jesica. Ölüm onu Ege’de kaçak teknesinde değil de, hani belki de, “Tamam işte kurtuldum artık, iş de buldum, yaşar giderim belki burada böyle” dediği İstanbul’un bir apartmanında buldu. Önce tecavüze uğradı sonra da öldürüldü.
Öldürülmeyip bir yol kenarına atılsaydı da kimi sivil toplum örgütleri dışında kimse hesabını sormazdı yine. Onun başına gelenlerin, “Sığar mı be bu insanlığa, müşkül duruma düşmüş, bizim toprağımıza sığınmış bir garibe bu yapılır mı” diye isyan edip failleri bulup hesap soracak bir adalet insanı çıkmazdı pek. Aksine fahiselik yapıp yapmadığı, uyuşturucu mu sattığı vs. olurdu ilk sorulan.
Her biri kendi başına imtihan
Ellerin yurdunda bir köksüz yaprak gibi tutunmaya çalışmak, dilini bilmediğiniz, yolunu bulamadığınız bir memlekette, kendine hacmin kadar bir yer açmaya çabalamak yeterince zorken, o belki de en merhametsiz topraklara tesadüf etmişti.
Her biri kendi başına ayrı imtihan olan kadınlık, yoksulluk, göçmenlik sıfatları bir araya geldiğinde cehennem olabilecek bir ülkedir bizimki, Yerleşik ırkçılığa hiç girmiyorum bile.
Varlıkları gibi yoklukları da hükümsüz

Fotoğraflar: DHA
Pazartesi sabahı ajanslara İstanbul Boğazı’nın derinliklerine gömülen göçmenlerin fotoğrafları düştü. Çoğu çocuk 40 kişi, Romanya’ya götürülmek vaadiyle bir tekneye doldurulmuştu. Tekne battı, çoğu çocuk onlarca insan Boğaz’ın sularına karıştı.
Battaniyeye sarılı cesetlerinin fotoğrafları vardı haber sitelerinde, görgü şahidi balıkçıların söylediği ‘koyu tenli’ olduklarıydı. Bilgimiz ten rengine göre memleket tahmininden ibaret… Nereli olduklarını tam olarak bilmeyeceğiz. Rivayete gore Afganistan, isimleri ise zaten yok; batan teknede ölen ‘kaçak göçmenler’ onlar.
Kendi vatanlarında bir yerleri, bir hayatları olamadığı için, başka bir yerde hayata tutunabilmek uğruna yollara düşen, bir ihtimal tutunabilseler dahi daima hor görülecekleri o ‘başkalarının vatanı’nda, varlıkları gibi yokluklarının da bir hükmü olmayan toz zerreleri. Battaniyenin altından kolu görünüyor bir tanesinin, diğerinin spor ayakkabıları…
Şansınız yaver giderse
Coğrafya kaderdir evet; bizim ülkemizde hayattan payımıza ne düşeceğini memleketin neresinde, nasıl bir ailede doğduğumuz belirler. Halkının tek geçim kaynağı madene inmek olan bir şehirde, ömrünüz o madende kaza olmadığı süre kadardır örneğin. Ama o madende mutlaka bir kaza olur bilirsiniz, her gün o bilgiyle inersiniz madene. Sadece şansınızın yaver gitmesini umut edersiniz.
Ya da bir tarım işçisiyseniz, daha çocuk yaşta onlarca kişi bir minibüse doldurulup bir kazada can vermenizin önündeki tek engel sadece tesadüftür. Çünkü bir zayıf halka olarak gelmişsinizdir dünyaya ve sistem sizi korumak değil aksine kurban ederek varlığının devamını sağlamak üzerine kurulmuştur. Devlet de o sistemin bekçiliğini edip pay almak için vardır.
Kadersizlerin en kadersizleri
Avrupa’nın en batısından, yüzyıllar boyu dünyanın bir ucundaki topraklara hükmetmiş ama sonrasında yoksulluk yüzünden kimi yine dünyanın başka diyarlarında ekmek parası peşine düşmüş bir halkın şehrinden yazıyorum ben bu yazıyı. Dillerini bildiğim söylenemez, sokaklarını biliyorum belki biraz ve düşünüyorum keyfe keder gittiğin yerde bile içine çöken ‘hiç kimse olmadığın’ ve ‘kimsesiz olduğun’ duygusunun, mecbur kalıp da sığındığın topraklarda ne kadar büyük bir iç ağrısına dönüşeceğini…
Doğduğu toprağın ona biçtiği kader yüzünden bambaşka topraklara savrulan göçmenler yoksulluğun ve çaresizliğin de en alt katmanıdır, kör kuyunun en dibindekiler, kadersizler arasında en kadersiz olanlar.
Üç göçmenden biri ölüyor
Her yıl, Avrupa’ya geçmeye çalışan 150 bin kişiden 50 bini gideceği yere ulaşabiliyor. Ege’nin sularında ya da Trakya’nın dağlarında yüzlercesi hayatını kaybediyor her yıl. İnsan kaçakçıları ise ölüme gönderdikleri çaresiz garibanların umudu ve kanı üzerinden korkunç bir servet kazanıyor.
Af Örgütü yetkilileri ölümlerin önlenmesi için devletlerin ve uluslararası camianın insancıl sınır ve göç politikaları üretmeleri ve uygulamaları gerektiğini ifade ediyor. Kazalara yönelik de kurtarma önlemleri alınması gerektiğini…
Öyle bir devlet ki…
Sınırları içinde bizzat sorumlu olduğu ölümler için kader diyen, kazadır olur diyen, kendi vatandaşını göz göre göre ölüme gönderen bir devlet bizimki. Kendi topraklarında yaşayana insancıl olamamış da o toprağa bir kenarından tutunmaya çalışan gariban göçmene mi olacak…
Göçmendir, ölümünün bir hükmü yoktur, en fazla bir gazete haberidir: ‘Kaçak göçmen teknesi battı.’
O tekne batmadığında da ya hastalıktan ölür, ya tecavüze uğrar, ya gözaltında dayak yer. Sahibi yoktur nasılsa… Kimse hesabını sormaz.
İnsan düşünüyor elinde olmadan, sahi ülkelerin sınırları, vicdanımızın ve insanlığımızın da sınırları olsun diye midir?