
MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
mustdagistanli@gmail.com
Sanat için soyunmayı anladık da gazetecilik için soyunmak, dahası, gazetecilik uğruna sevişmek?
Adnan Veli (1916 – 1972) işte bunu yapmış! 1957’de İstanbul’un ‘fuhuş’ alemini anlatan bir röportajlar dizisi yayınlamış Vatan gazetesinde: Batakhane İnsanları. Bu gazete tefrikası, Turgut Çeviker’in kültür madenciliği işlerinden biri olarak 2018’de İstanbul Batakhaneleri adıyla yayınlandı (Ve Yayınevi).
Adnan Veli bu alemin en ‘düşük’ünden en ‘lüks’üne bütün duraklarını ziyaret ediyor. İlk durağı Beyoğlu’ndaki içkili lokantalardan biri. Ama oraya gitmeden kılık kıyfetini biraz değiştiriyor, aynanın karşısına geçtiğinde kendine katıla katıla gülüyor. Kurduğu oyunu okurlarına şu güzel uzun cümleyle anlatıyor:
“Anadolu’dan kalkıp para yemek için İstanbul’a gelen, Sirkeci’de bir otele inen, akşamüstü İstiklal Caddesi’ne çıkıp salına salına piyasa eden, sonra da, gecesini kadınlı bir cümbüş içinde geçirmeye niyetlenen, bunun için de, gelip içkili lokantalardan birinde zengince bir masa kurarak siyah kasketiyle bu masanın başına kurulan, İsparta vilayetinin Keçiborlu kazasından Davut oğlu Abdürrahim oluvermiştim.” (s. 85)
Bu lokantada garson aracılığıyla bir muhabbet tellalı buluyor, o da bir köşe başında Adnan Veli’ye bir kadın gösteriyor, ama yazarımız bu kadını beğenmeyince başka bir kadın ayarlanıyor: Despina.
“… belki de aslında güzeldi” diye anlatıyor Adnan Veli, “Yalnız, bu tip kadınları manevi dünyalarından sıyırıp, sırf bir cisim olarak görmek kabil değil. Bir kirlilik, bir gölge, onların maddesine eklenmiş bir başka şey önünüze çıkıyor ve siz karşınıza getirilen bu çeşit bir kadını, etinden bir türlü ayrılamayan o zillet buğusu içinde seyretmeye mahkum oluyorsunuz.” (s. 93)
Peki, o zaman niçin böyle bir işe soyunmuş Adnan Veli? Şundan:
“Yaptığım işin, ayıpların en lüzumlusu, en faydalısı olduğuna inanmasam, bir tiyatro soytarısından farksız bulduğum o suratı görür görmez, orada bir dakika bile durmaya gücüm yetmezdi. Benim bu hissim, belki bir kimyagerin tükürükten iğrenmesi kadar saçmadır. Bu cemiyetin bir yarası üstüne eğilirken içimde kabaran bütün yürek bulantılarını yenmenin bir vazife olduğuna kendimi inandırmak, böylece duyuşlarımın arasına birtakım beşeri faktörler katmak hevesindeydim.” (s. 92)
Beşeri faktörler katmak hevesinde ama bir yere kadar! Bir sayfa sonra Despina’yla ilgili şunları söylüyor:
“Şimdi onun ardında kalan hayatı deşecek olsam, kendimi, orospuluğun metafizik savunmasına kalkışmış bir cemiyet havarisi gibi görebilirim. Ama benim derdim bu değil. (…) Zaten böyle bir işe niyetlensem, yufka yürekli olduğum için, bu kadına karşı şu saniyede duyduğum tiksinme hissinden belki de kolayca kurtulabilirim.” (s. 93-94)
Adnan Veli ‘cemiyetin yarasına eğilme’ gayretinin hedefini de çeşitli yerlerde birkaç kere açıklıyor, ilkini alalım:
“… kendimi bir fazilet meleği farzetmeği asla düşünmüyorum. Ama kaburgalarımın içinden gelen, yumruklar halinde duyduğum o tiksinme hissini, bu yatağa [düşmeye] namzet başka insanları uyarmanın bana kazandıracağı gerçek hazzı düşündüğüm zaman, az çok yenmeye muvaffak oluyorum.” (s. 100)
Anlayacağınız, başka erkekler bu kötü yola düşmesin diye kendini feda ediyor Adnan Veli. Bu yüzden de bir kimyagerin tükürükten iğrenmesi ne kadar saçmaysa, onun da iğrenç bulduğu ‘fuhuş’tan iğrenmesi o kadar saçma oluyor. Gelgelelim, kimyager o tükürüğü içmediği, içmeye niyetlenmediği için iğrenç bulmuyor, ama Adnan Veli okuruna ‘sakın ha’ dediği şeyleri kendi iştahla yapıyor. Bir evin camları kağıtlarla kaplanmış, kapının altından hela kokusu yayılan bir odasında, yastığı ve çarşafı kir bağlamış yatağa giriyorlar Despina’yla. Despina’nın ‘iğrençliği‘, o ‘iğrenç’ işi yaptığı odanın ‘iğrençliği‘ sonraki maceralar için Adnan Veli’nin iştahını kaçırmıyor.
Aslında bunu işin başında itiraf ediyor yazarımız -belki farkında değil. Daha köşebaşında yeni tanışıyorlarken Despina Adnan’ın elini alıyor, koynuna sokup karnında gezdiriyor. Anlaşmaya varacak bir iki konuşmanın ardından şöyle yazıyor Adnan Veli:
“Elimi, kadının karnından çektim. Ve anladım ki, ben bir kadının fahişe olmasına kızmıyorum. O fahişeliği, katlanılmaz adilikler sayesinde devam ettirmesine kızıyorum. Hem de bu hissimin ne kadar mutlak olduğunu, Hayriye’den sonra tanıdığım, fuhuşunda bile bir manada asalet bulduğum birçok fahişeler bana gösterdiler.” (s. 94)
Adnan Veli, ilişki kurduğu seks işçilerinin hayatlarını deşmiyor, çünkü ‘iğrenç’ bir alemin insanlarını, ilişkilerini anlatmayı hedefliyor. Hayatını anlatmaya yeltenenleri de derhal susturuyor.
Seviştikten sonra Despina’yla yataktalar:
“Bir ara sırtını bana dönüp çıplak kolunu örtünün dışına çıkardı. Tozlu perdenin saçaklarıyla oynamaya başladı:
‘İlk defa, Koço adında birini sevmiştim’ dedi. ‘Yaşım küçüktü o zaman.’
‘Dur!’ dedim.
Anlatacaklarını aşağı yukarı kestirebiliyordum. Koço da onu sevmiştir, Evleneceklerdir. Ama delikanlı ahlaksız çıkar. Kızı iğfal eder. Ondan sonra da bırakıp gider. …” (s. 104)
Röportajda en yanlış, en tehlikeli şeylerden biri insanları anlamak, dinlemek, konuşturmak yerine onlarla ilgili kendi tahminlerinizi, yakıştırmalarınızı, analizlerinizi döktürmektir, Adnan Veli sürekli bunu yapıyor. Mesela:
[Despina’nın kaburgalarının altında bir yara izi vardır, kıskanç bir Arap Osman bıçaklamıştır, Adnan öper orayı ve] “… bir kan şeridi, Despina’nın belki de on altı yaşında başlayıp şu güne kadar sürüp gelen orospuluk hayatının fotoğrafları halinde, gözlerimin önünde şekillendi. Her birinde, çıplak vücudunun yanı sıra değişik bir erkek suratı da beliren, her birinde iğreti, aldatıcı gülüşlerle kendi hayatının dramını anlatan bir yığın sisli, gölgeli, buğulu resimdi bunlar…” (s. 101)
Adnan Veli bu alemin bütün kadınlarının aynı şeyleri anlatacağını söylüyor. Belki de çok dinlemiştir, biliyordur, ama işte bize ‘Benim yargımla yetinin’ demiş oluyor. Hangi hikaye kalıplarının ne kadar yaygın olduğunu, bunlara neden ihtiyaç duyulduğunu anlamak, göstermek de iyi bir gazetecilik işi olurdu, ama işte yine insanları dinlemek, konuşturmak gerekir bunun için de. (İlerdeki bölümlerden birinde Lale bunu kanıtlayacak, Adnan Veli’nin bu önyargısını tamamen boşa düşürecek.)
Biz Adnan Veli’yi konuşturalım yine:
“Ben Despina’dan, kendi düşüşünün hikayesini dinleyecek olsam da onun hakkındaki düşüncelerimin değişmeyeceğini biliyordum. Ona, içinde bulunduğu hayatın hoş bir şey olmadığını kabul ettirip, kendisini günün birinde fazilet tanrıçası haline koymayı da aklımdan geçirmiyordum. Benim tek düşüncem, benden sonrakilere, yürüdüğüm yolun çukurlarla dolu olduğunu hatırlatmaktı.” (s. 105)
Adnan Veli’nin pek çok önyargısı var, kitap bu önyargılarla bezeli. Bize iğrençliğini göstermek için içine daldığı alemin kadınlarının asıl şahsiyetleri ‘fahişelik’tir mesela:
“Öptükten sonra, Despina’nın yüzüne baktım. Bakışlarında gördüğüm gururu, insanca hazzı, hatta diyebilirim ki, biraz da sevgi parıltısını anlatmak, benim için kolay olmayacak.
Birdenbire boynuma sarıldı. Ağzıyla dudaklarımı yakaladı. Bunu, aldığı paranın kendisine yüklediği vazifenin bir icabıdır diye yapmadığını, kendi varlığının köşesine sıkışıp kalmış bir insanlık kırıntısının onu bu harekete doğru ittiğini hemen anladım ve o vakit boğazımdan içeri, bir tas erimiş kurşunun aktığını sandım.
(…)
İki elimle saçlarını yakalayıp başını göğsüme doğru çektim. Yüzüne, gözlerine bir daha baktım. O, yine önceki fahişe Despina olmuş, çabucak asıl şahsiyetine dönüvermişti.” (s. 102)
Sevmek, sevecen olmak seks işçisinin asıl şahsiyeti olamıyor, mutlaka ‘fahişe şahsiyetli’ olması gerekiyor, ama Adnan Veli bu kadınlara hiç göstermediği, onların dertlerini hiç dinlemek istemediği halde ‘yufka yürekliliği’ asıl şahsiyeti olmaktan katiyen uzaklaşmıyor. Biri varsa öbürü yoktur, demek istemiyorum, yufka yürekli biri de şehvetinin peşinde gözü dönmüşcesine koşabilir, bir seks işçisi de -işini yaparken de- sevecen, duygulu olabilir. Şahsiyet öyle tek-boyutlu değil.
Nitekim Adnan Veli de bazan bu kalıplaşmış düşüncelerinin dışına taşıyor. Sonraki hikayede anlattığı Nüket’ten bahsederken şunları da söylüyor:
“Şimdi karşımda oturan şu kadının, fahişe olduğunu biliyorum. Bunu bildiğim halde, onda, profesyonelliğin belli manzarası dışında kalan bir başkalık da buluyorum. Öyle bir başkalık ki, Despina gibilerin, içlerine sinen, kendisi için değişmez bir benlik haline gelen ve her yabancının ilk bakışta gözüne çarpan o ruh, Nüket’in üstünden zaman zaman uzaklaşıp kayboluyordu.” (s. 115)
Seks işçileri arasındaki tabakalaşma, sınıfsallık Adnan Veli’nin maceralarında, anlatımında gösteriyor kendini. Ne kadar parayı gözden çıkardığına da bağlı kimle karşılaşacağın. Adnan Veli parayı yükseltiyor.
Nüket’in hikayesinde bir merakını dile getiriyor:
“Ömrünün en güzel çağında, birçok şeyler elde edebilecek imkanlara sahip bir kadının, niçin kendisini bu pis ticarete layık gördüğünü anlamak oldukça güç.” (s. 115)
Sonra bazı lakırdılar ediyor etmesine ama bunlar Adnan Veli’nin kuruntuları, gevelemeleri. Merak ettiği şeyi sorma gereği duymuyor. Bu gereği duysa da soramayacaktı ama Adnan Veli, çünkü efendim Beyoğlu’nun lüks lokantalarından birinde, bakışmalardan cesaret alıp masasına kadın (Nüket) otururken soruyor:
“Müsaade eder misiniz?”
Adnan söyleneni karineyle anlamış gibi yapıp cevap veriyor:
“Mais, avec plaisir!”
Kadın haliyle “Aaa, siz Türk değil mi?” diye soruyor. Adnan başını iki yana sallıyor. Kendini Fransız Gaston Roux olarak tanıtıyor! (s. 114)
Bu alemin kadınlarının yabancılara nasıl davrandığını (garsonlar ve otel çalışanlarıyla nasıl kazıkladığını) öğrenmek bakımından iyi bir rol belki ama Adnan Veli’nin merak ettiği, okurun da edeceği soruların, konuların cevabını almak için daha kötüsü olamaz. Nüket Fransızca bilmiyor çünkü. Konuşamıyorlar. Bakışıyorlar. İşaretleşiyorlar. Adnan Veli durumu şöyle özetliyor zaten:
“Konuşmak, aslında bizim için lüzumlu değildi. Onunla alışverişe geçmeden önce, yapılması gereken bir formaliteydi. Bunu ikimiz de biliyorduk.” (s. 118)
İşte böylece kendisinden “sonra aynı karanlık sokaklardan geçerek, aynı yatağa yaklaşmaya namzet olanlar”ı uyarmış oluyor, bu uğurda sevişerek.
Geceye devam ettikleri Boğaz’daki bir otelde odaya çıkacakları zaman Nüket garsonla konuşurken, “Sen bu herifi istediğin kadar kazıkla. Nasıl olsa buralı değil” diyor. Bizim Gaston anlıyor tabii:
“Bu sözleri duyduğum zaman yüreğim cız etti. (…) Bu çeşit kadınların en korkunç, en katlanılmaz tarafları, fahişeliğin namuslu taraflarından habersiz oluşları.” (s. 119)
‘Fahişeliğin namuslu tarafları’ da varmış meğer, ama bunlarla karşılaşamıyoruz bir türlü, bir hikaye hariç. Bunlardan biri, galiba, ‘fahişe’nin ‘asil’ bir şekilde ‘kadınlık maharetleri’ni sergilemesi. İşte kadın bunu becerdiğinde erkek masumiyetinin bir başka veçhesi ortaya çıkar.
Nüket, Gaston’un kazıklanmasına yol vermişti… “kendini piyasaya arzetmiş böyle bir kadınla aynı yatakta yatmanın, özlenilecek bir tarafı yok”tu onca, ama “yatmayı göze aldığı takdirde hayatın [ona] öğretecekleri, hiçbir hadise sebebiyle öğrenemeyeceği kadar önemli oluyor”du.
“… Ağzıyla kulağımı bulup emmeye başladı. Bir yandan da ıslak dilini boynumun çevresinde dolaştırıyordu. Buna karşı ne yapmalıydım, bilmiyorum.
Her erkeğin, hele kadından gelen bu çeşit bir hareket karşısında nihayet bir müddet sürebilen bir mukavemeti vardır (eğer böyle bir mukavemeti ortaya koymak lazımsa); sonra da kendisine sunulan arzuyu kabul etmesi gerekir. Bu hissin dışında kalmak, bir çeşit ahlak, fazilet kompleksi ile her şeye ‘hayır’ demek, gerçeğin varlığını kabul etmemek gibi bir şey oluyor.” (s. 120)
Nüket hikayesinde Adnan Veli biraz daha açılıyor, onun yataktaki kimi hallerini, cinselliğini ‘kullanışını’ anlatıyor, kimi yerde mesela Despina’yla karşılaştırıyor, yani farklı bu kadınlar, ama iş kadınların kendilerine, kişiliklerine, hayatlarına geldi mi neredeyse hiçbir farklılık kalmıyor, olanı görmek, duymak istemiyor, okuru klişelere mahkum ediyor.
Peki, ne öğrendi Gaston kılıklı Adnan Veli “kendini piyasaya arzetmiş” bir kadınla yatarak?
Şunu:
“Nüket’in fahişe olduğunu bile bile, ona karşı daha derin duyuşlara girebilirdim. Ama, her şeyin ısmarlama olduğunu düşünmek, bütün bu davranışların, sırf bir alışveriş meselesi olduğunu bilmek, insanı umulmayacak derecede eksiltiyor.” (s. 124)
Peki, bu bilgiyle ne yapacak Adnan Veli? Kendisini ‘umulmayacak derecede eksiltecek’ başka maceralara atılacak. Adnan Veli’nin atılmadığı tek macera var: Genelev. Övüyor burayı:
“Netice itibariyle genelev, fuhuş bakımından bir batakhane sayılmaz. Fiyat bakımından, sağlık muayenesi bakımından, asayiş bakımından daima kontrol altında tutulduğu için, cemiyet bünyesine zarar vermez. Hatta bir bakıma faydalı sayılabilir. Bununla beraber oradaki hayat son derece iğrenç ve fecidir. İşin bu safhalarını anlatmak istemiyoruz.” (s. 153)
Şimdi Madam Nikita’nın randevuevindeyiz. Lale’yle tanışacak burada Adnan, aşık olacak ona. Olduğunu pek kabul etmek istemiyor ama bazı okurlarının da söylediği gibi, olmuş. Adnan Veli hikaye anlatmayı iyi bilen biri. Öbür kitabı Mapushane Çeşmesi çok çok iyi bir kitap mesela, belki başka bir yazıda bahsederiz. Bu kitapta da anlatım iyi, fakat işte önyargılar, kendini ön plana çıkarması, anlama çabasının yetersizliği gibi kusurlar metni zedeliyor. Lale hikayesi kitabın en iyi ve en uzun bölümü, 100 sayfa. Daha başlarda, hayatı için önemli biri olacağını söyleyip sürprizi, merakı öldürüyor. Bu söyleme sabırsızlığını aynı bölümde bir kez daha yapıyor: “… o temiz kalpli fahişenin, bugün artık bir fahişe olmadığını bilmek…” (s. 177) Bu bölümle ilgili laf etmeyeceğim, hem yazı çok uzadı hem de kitabı alıp kendiniz okuyun Lale’nin hikayesini.
Adnan Veli’nin sadece ‘fahişe’lerle değil, Kadın’la ilgili de güçlü önyargıları var. Lale’yle yeni tanışmışlar, randevuevinde laflıyorlar, Adnan onda başka ‘fahişe’lerde rastlamadığı değerler olduğunu daha o zaman anlıyor. Yanyana durup susuyorlar, Adnan bir girişimde bulunmuyor. Durumu şöyle anlatıyor:
“Böyle bir anda her kadın, erkeğe hız vermek gibi aptalca bir vazifeyi, daima, gönüllü olarak benimser. Lale’de o hal yoktu. O ancak, kendisine verileni, verildiği ölçüde kabul eden, daha çoğunu istemeye layık olmadığını sanan bir kadındı. Belki de, içinde var olan, hala başı ezilmemiş o iffet duygusu, kendisini bu şekilde davranmaya zorluyordu.” (s. 166)
Ne bilelim, belki de öyledir, ama bu anlatımda iki önyargı takozu duruyor. Birincisi, ‘o aptalca vazife’yi her kadın neden benimsesin, nasıl bir genelleme bu? İkincisi, iffetli kadın, verilenle yetinen, kendi isteği, iradesi olmayan bir varoluşa bağlanıyor. Hem nedir zaten iffetli kadın?
Bir de şuna kulak verin:
“Bir kadının … kendisini isteyen erkeğe karşı yüzde yüz muzaffer olabileceğini kestirdiği anlar vardır. İşte böyle anlarda, kendinde mevcut olan şeylerin hepsini ortaya koyduğu halde, hatta bunları gittikçe artan cömertliklerle takviye ettiği halde, ve hatta dişiliğinin lezzetlerine yeni yeni hünerler eklediği halde, erkeğin üstünde hiçbir tesir yaratamaması, cinsiyetinin geçer akçe halinden çıktığını görmesi, onu mahvetmeye yetiyor. (…) erkekten beklediği bir haz mağlubiyetini görememesi, meğer kadını ne kadar çirkinleştirirmiş.” (s. 103)
Adnan Veli şöyle düşünüyor:
“Bir kadının, bedenini para karşılığında bir yabancıya kiralaması, bence çok aşağılık bir hareket.” (s. 172)
Ama bir yabancının bir kadının bedenini para karşılığında kiralamasını asla sorgulamıyor. Nihayetinde karşılıklı bir durum değil mi bu, kendi kelimesiyle söylersek bir ‘alışveriş’? Kiralama ilişkisinde bir sorun görmüyor, erkek zaten masum ya da karşı koyamayacağı güçlerin güdümünde, kadının yaptığı ise aşağılık.
Peki, şuna ne buyrulur, kitap boyunca yer yer şöyle laflar geçiyor:
“İncecik bir beli vardı. Ona sarılıp da göğsüme doğru çekmek istediğim zaman…”
Bunlar pek öyle caydırıcı sözler değil. Kitabın son bölümünde bunun aşırı örnekleri var. ‘Ultra lüks’ bir randevuevindedir Adnan bir arkadaşıyla. Ona 18 yaşlarında çok güzel bir kız düşer: Tania.
Şöyle tanımlıyor onu:
“Aklı aşan güzelliği insanın içine oluklarla doluyordu.”
Yeterince caydırıcı mı sizce?
Ertesi sabah o evden çıktıklarında, beraber gittiği arkadaşı memnun kalıp kalmadığını soruyor.
“Çok memnunum. Tania öyle harika şey ki…” (s. 270)
Yeterince caydırıcı mı?
Röportaj dizisinin, anlatının sorunlarından biri de yazarın psikolojisinin, düşündüklerinin, yargılarının çok önde olması, o kadar ki, röportajlardaki kahramanların neler düşünüp neler hissettikleriyle öyle ilgilenmiyor. Bunun sebeplerinden biri şu herhalde:
“Ben bir insanı, olmasını istediğim şekilde görmek ihtiyacını daima duyuyorum. Beklediğimi görmeyince de içerliyorum, öfkeleniyorum. Ne hakkım var halbuki?” (s. 118)
Lale bir konuşma sırasında şöyle diyor hatta:
“Her hareketimi kendinle ilgili sanma. Benim de kendime göre bir dünyam var. Oradaki sarsıntıları, çöküntüleri kaymaları, mıncıklamaları sık sık içimde duyuyorum. Duyunca da hayatımın çizgisi dümdüz gitmiyor. Bütün bunları ben, hayatımı meydana getiren, yapan sebepler diye görüyorum. Hiçbir vakit de bundan şikayet etmiyorum.” (s. 229)
Bazı okurlar da gazeteye gönderdikleri mektuplarda yazarın kendinden bahsetmesini fuzuli, hatta can sıkıcı bulmuş. “Belki hakları var” diyor Adnan Veli, “Ama … ben o batakhanelerde geçen hadiselerin seyircisi değil aktörüyüm. … Böyle olunca kendi duyuşlarımdan söz etmek de şarttır.” (s. 238)
Peki, bu ‘batakhaneler’in içine bu denli dalması gerekli miydi? Hiç girmeden edemezdi tabii, ama mesela ‘fahişe’ dediği, ‘iğrenç’ dediği bütün bu kadınlarla sevişmese olmaz mıydı, yatak sahnelerini (birkaç küçük ayrıntı dışında) anlatmıyor, anlatmayacağını söylüyor. E, madem yazmayacaksın, macerayı o noktaya taşımayabilirdin de. Hani ardından gelip o batakhanelere kapılacak muhtemel erkeklere bir ibret dersi vermek istiyordun ya.
Böyle başka kılığa girip yapılan gazetecilik işleri yok değil. En ünlülerinden biri Günter Walraff 1980’lerde Türk işçisi kılığında fabrikalarda çalışıp yabancı işçilerin koşullarını, maruz kaldıkları kötü muameleleri yazmıştı: En Alttakiler.
Daha erken ve harika bir örnek Yaşar Kemal, 1951’de Antep’e gidip, kaçakçı kisvesine bürünüp onlarla birlikte kaçağa çıkmıştı. Bir başyapıt olan “Kaçakçılar Arasında 25 Gün”de Yaşar Kemal’in payına düşen vızır vızır kurşun yağmuru altında atına yapışmaktı. Yani kişisel bir çıkar devşirmedi bu gazetecilik çabasından. Adnan Veli ise zevk devşiriyor, devşirmeden de yazabileceği, okuruna ‘batakhane dünyası’nı tanıtabileceği halde.
Gazeteci arkadaşım Ragıp Duran’a sordum, şunu dedi:
“Bu mesele hatırlarsın Günter Wallraff örneğinde tartışma gündemine gelmişti. Gazeteci sadece istisnai bazı durumlarda kimliğini gizleyebilir. Can güvenliği, kamu çıkarı, habere gazeteci olarak ulaşılamayacak durumlar ve üst yönetimin talebi. Ancak bu dört durumda da kişisel çıkar sağlayamaz. Adnan Bey’in durumunda can güvenliği sorunu yok, zevk çıkarı var, habere ulaşamama durumu yok, 1957’de ona ‘Kimliğini gizle fahişeyi hallet, sonra da gel dizini yaz!’ diyecek haber müdürü de yok.”
Gazeteci arkadaşım Zekine Türkeri de Yaşar Kemal’in yaptığıyla Adnan Veli’nin yaptığının asla aynı olmadığını söyledi. “Yaşar Kemal risk aldı, Adnan Veli zevk aldı” diye formüle etti. “Adnan Veli bacağını açan ya da pantolonunu indiren olmalıydı, o zaman görecekti o dünyanın nasıl olduğunu. Adil olan bu olurdu” dedi.
Aklıma takılan bir soru da şu:
Bir kadın gazeteci yapsaydı bu röportajı, nasıl olurdu?
Ama daha yaman soru şu: Bir kadın gazeteci batakhane erkeklerini yazmak için aynı yolu izler mi? İzlerse ne olur? Yayınlayan gazete çıkar mı? Çıkarsa gazetenin ve gazetecinin başına neler gelir? 1950’lerde değil, şimdi?
Zekine’ye bunu da sordum, şöyle dedi:
“Bir kadın gazetecinin bunu yapabileceğini hiç sanmıyorum, hele bu topraklarda hiç ihtimal vermiyorum. Ama bunda da neredeyse genlerimize geçmiş bir öğretilmişlik etkili. Biraz çekinerek söylüyorum, ama Küba’daki bir seks işçisinin bu ülkedeki kadar yaptığı işten etkilenmediğini söyleyebilirim. Bir kadın da benzer işler yapabilmeli belki. Ucu açık, cevabı kolay olmayan bir soru bu.”
Kitaptan unutulmayacak bir diyalogla bitireyim.
Daha yeni yeni konuşuyorlarken Adnan Veli birdenbire sormuş Lale’ye:
“Şu anda ne düşündüğünüzü söyleyin bana.”
“Karaköy’deki trafik işaretlerinin şu anda yeşil yandığını düşünüyordum.”