HÜRREM SÖNMEZ
Bundan tam 99 sene evvel, Meclis-i Mebusan 11 Aralık 1918 tarihli oturumunda Musul Mebusu Mehmet Emin Yurdakul (evet meşhur vatan şairimiz!) ‘bir suç çetesi tarafından işlenen şiddet eylemleri sonucu Ermenilerin öldürülmesinin devlete, özellikle de Türk ulusuna atfedilemeyeceğini, geçmişte yapılanlar nedeniyle onların suçlanamayacağını’ vurgular.
Neredeyse bir asır sonra, HDP İstanbul Milletvekili Garo Paylan, soykırım kelimesini kullandığı için, mesele Kürtler, Ermeniler gibi ‘hoşlarına gitmeyen konular’ olduğunda hop diye yek vücut oluveren AKP-MHP-CHP ‘kutsal ittifakı’yla Meclis çatısından uzaklaştırıldı, beğenilmeyen sözleri tutanaktan çıkartıldı.
İnkarcılık dediğiniz pek yaratıcı bir müessese değil. Aradan 100 sene de geçse aynı şeyleri tekrarlıyor ya, Mehmet Emin Yurdakul gibi Türkçülüğüyle maruf biri dahi o günlerde günümüzün bazı münkirlerinden daha gerçekçi sözler sarf ederek toptan inkar yerine mazur göstermeyi seçmiş halbuki.
Lâkin yukarıda bahsi geçen 11 Aralık 1918 tarihli oturum sırasında Trabzon Mebusu Mehmet Emin Bey de söz alıyor. Vatan şairiyle adaş bu münevver avukat kendisi… “Kaymakamın Karadeniz açıklarında boğdurduğu Samsun Ermenilerinin katline şahsen tanık oldum” diyor. Trabzon valisinin de aynı şekilde Trabzon Ermenilerini Karadeniz’de boğdurduğunu, yerel yetkililerin katliamları örgütlediğini açıkça ifade ediyor. Kevorkian’ın kitabında yer verdiği bu bilgilerin kaynağı Meclis-i Mebusan 3. Yasama Dönemi 5. Oturum zabıt tutanakları.
Demek bundan 99 sene evvel bile, ‘hoşa gitmeyen’ bazı gerçekler Meclis zabıt tutanaklarına geçebiliyormuş. Daha da hüzünlüsü, 99 sene sonra bu Meclis sıralarından Mehmet Emin Bey’in vicdanına sahip tek bir vekil çıkmıyor. “Ben bir kılıç artığıyım” diyen Garo Paylan’ın sözleri kimsenin kalbini acıtmıyor, HDP’li vekillerle birlikte oturumu terk ediyor Paylan.
‘Ortak düşman Paylan’ın püskürtülmesini ve Büyük Millet Meclisi’nden tahliyesini’ takip eden saatlerde, Diyarbakır’ın Sur ilçesinden tahliye edilen pembe montlu kız çocuğunun videosu düşüyor sosyal medyaya bu defa, Sur’daki evinden ayrılırken canlı bomba olmadığı tasdik olsun diye elleri havada potansiyel düşman muamelesi gören çocuk.
O kız çocuğunun içimize işleyen kocaman gözleri, Garo Paylan’ın sözleri derken milletçe pek beğenip sıkça dillendirdiğimiz ‘mozaiğimiz’in eksik parçası, bir tweetle tamamlanıyor. 1960’lardan siyah beyaz bir kare paylaşan kullanıcı fotoğrafa yorum yazmış: “Unutun her şeyi, Kalamış sahilinden Moda’ya bakıyorsunuz, ılık rüzgar yüzünüzü okşuyor, memleketin batmasına en az elli yıl var.” Alıntılayan Rum arkadaş aynı fotoğrafa şu yorumu eklemiş: “Belki de evvelki gün polis sınırdışı edildiğinizi, 20 kg şahsi eşya alıp ailenizi bırakıp bir hafta içinde ülkenizi terk etmenizi söylemiş…”
Ahh işte böyle güzel kardeşim, Kalamış Sahil’den Moda’ya doğru bak, sahilde Sabur Sami Bey Apartmanı vardır mesela… Sabur Sami Bey Surp Agop Ermeni Mezarlığı’nın el değiştirmesindeki aktörlerden biridir, ismi yolsuzluk ve usulsüzlükle anılır olmuş. Biraz ilerlediğinde ise Fahrettin Kerim Gökay Caddesi’ne gelirsin… Caddeye ismini veren zât 6-7 Eylül Olayları’nda ‘yetersiz kaldığı’ için görevden alınan CHP’li vali ve belediye reisidir. 6-7 Eylül Olayları’ndan sonra 630 adet tapu edindiği rivayet edilir, yargı yoluyla gasp edilen Ermeni Mezarlığı’na Gezi Parkı, otel, orduevi vs. inşası onun eseridir.
Hâsılı 50 sene evvel Kalamış sahilinden karşıya bakıp bir tatlı huzur aldığın yer Rum ve Ermeni’nin ardında bıraktığı evidir; o vakitler daha batmasına elli yıl varmış dediğin memleket ise çoktan, yerinden edildiği için huzur bulamayan ruhların mezarlığı olmuştur.
Birileri gitmiş, birileri zenginleşmiş ama hep düşmanlardan söz edilmiş bu hikayede.
Günahı ve sevabıyla seksen yılı aşan çınar şimdi köklerinden sarsılıyor mu endişesi sarmışken herkesi “Sırası mı şimdi Ermeni meselesinin” diyenler oldu. Oysa tam da vaktidir yüz çevirip yok saydığımız, görmek istemediğimiz geçmiş günahlara bakmamızın. Zira hikayemiz böyle başlıyor bizim, şu an cezaevinde tutuklu yazardan alıntıyla “Zamandaki mahpusluğumuz…”, “Yüz yıldır aslında hep aynı sabaha uyanıyor oluşumuz…” sus denilen Garo Paylan’ın dedesiyle başlayıp, Kalamış sahilinden, Sur’daki pembe montlu kız çocuğuna uzanıyor.
İki fotoğrafta bile özetleyebildiğimiz memleket tarihimizin son sahnesinde ise bugünlerde ben de dahil pek çok insanın içini ısıtan ve çokça paylaşılan hoş bir video var. “Ne olacak bu memleketin hâli” diye başlıyor. Pek çok kişinin bu sorudan vazgeçip uzak diyarlara göç etmekten söz ettiği günlerde, elinde bavuluyla adım adım uzaklaşana, “Sen varsan, biz varsak, iyi olacak” diyor, “Yeniden başlayabiliriz…”
Yeniden başlayabiliriz evet, hikayemiz eski bile olsa… Ama belki “Ne olacak” yerine “Biz neden böyle olduk, ne oldu da bu hâle geldik” diyerek başlayacağız bu defa. Sen varsın, ben varım, sussun istedikleri Garo Paylan var ve pembe montlu kız çocuğu….Varsın sen benimle iki kadeh rakı içmeyiver ama yeter ki gör, yeter ki dinle, zira kaderimiz, geleceğimiz birbirimize zimmetli.
O uzun sofra bu hakikatle kurulur bakarsın yeniden. O zaman Neşet Ertaş da dinleriz belki, usta “Evvelim sen oldun âhirim sensin” derken, eski hesaplar artık mahkeme-i kübra’ya kalmazken… İşte belki o zaman başlayabiliriz yeniden….