MURAT SEVİNÇ
Türkiye, ‘akıl almaz’ ifadesinin dahi anlamını yitirdiği işlere tanık oluyor her Allah’ın günü. Tek tek kişi ve kurumlara değinmeye gerek yok sanırım; ‘bütün’ bir çöküş söz konusu.
Okuyacağınız yazı asıl olarak malum ‘vakıf’ ve ‘çocuk istismarı’ üzerine.
Sinir bozabilecek gerçekler
Ancak önce, dürüst ve haklı olarak endişeli/tepkili yurttaşın sinirini az da olsa bozacağını tahmin ettiğim bir görüş/uyarı ile başlamak isterim: Temel hukuk-yargılama ilkeleri, hamileliğe benzer. Azı, çoğu, çeyreği olmaz. Ya vardır ya yok. Her koşulda ve herkes için savunulmalıdır.
Daha önce de hatırlatmaya çalışmıştım; ‘Bilmem kim insan mı ki insan hakkı olsun?’ sorusu yanlış bir soru. Evet, herkes insan ve herkes insan onuruna yaraşır muameleyle karşılaşmalı. Bu nedenle, çocuk tacizi gibi insan çileden çıkaran bir iddia dahi gündeme geldiğinde, ‘suçun şahsiliği’ ve ‘suçsuzluk karinesi’ gibi temel ilkeler göz önünde bulundurulmalı. Bunun lamı cimi olmamalı…
Türkiye, uzun yıllardır bu temel ilkelere uyulmamasının büyük sıkıntısını yaşıyor. İlk günden ‘darbeci’ ilan edilenleri hatırlayın. Dürüst insanlar, en ‘berbat’ koşullarda ve en ‘ahlaksız’ olana karşı dahi doğru olanı savunmak zorunda.
Şu koşullarda ‘doğru’ya sahip çıkmanın güçlüğünün farkındayım elbet. Buna mukabil, ahlaksızlık ve yalanı ‘ilke’ düzeyinde benimsemiş olanlarla başka türlü mücadele edilemeyeceği kanısındayım.
Tabii bu ve benzer sakıncalara dikkat çekmek, kabul etmek gerekir ki daha çok ‘hukuk devletleri’nde bir anlam ifade ediyor. Oysa Türkiye hukuk devleti değil. Hâl böyleyken mütemadiyen haksızlığa uğrayan, kendilerini yönetenlerden hakaret işiten, vergisiyle caka satan şahısların küçümsemesine maruz kalan insanların, ‘doğru’ ilkeleri savunmasını ummamın hakikaten güç bir yanı var. Yani, insana ‘İnsanı zihnen ve bedenen iğfal edenin de hakkını savunmalısın’ demek ve böylesi beklenti içinde olmak, pek o kadar kolay iş değil. Yine de, dizginsiz devlet gücü karşısında dürüst yurttaşın ‘doğru duruş’ dışında fazlaca seçeneği yok gibi…
Asıl rezalet vakfı aklama çabasında
Dolayısıyla bir vakfın bir ilindeki şubesine ilişkin korkunç iddialar; ‘evet’ o kurumun ve memleket idaresinin sorumluluğudur ama ‘hayır’, her bir yönetici ya da çalışanı ‘tecavüz’ meraklısı ilan edilemez.
Vakıf ve tecavüz iddiaları konusunda asıl rezalet, ‘kurumu sahiplenme/aklama’ çabasında. İnsanları çileden çıkaran da bu tavır.
‘Yedirmeyiz’
Bilindiği gibi AKP’nin demokratik rejimde asla kabul edilemeyecek sloganlarından biri, ‘Yedirmeyiz.’ Oysa demokratik sistemin derli toplu işleyebilmesinin yaşamsal araçlarından biri ‘adil yargılama’ ilkesi. Bağımsız ve adil yargı, yurttaşı ‘yemez.’ Yamyam değildir. Bir isnadı ele alıp sağlıklı deliller ve ‘silahların eşitliği’ ilkesi ışığında açık/adil yargılama yapar, hükmünü verir. Türkiye’de ‘bütün olarak’ çöküşten payını en çok alan kurumlardan biri hiç kuşkusuz yargı. 2010’a dek iyi kötü ‘şah’, 2010 Eylül’ünden itibaren mutlak biçimde ‘şahbaz’ olan yargı.
Sonuç: Yargının ‘bağımsız’ niteliğini ‘filen’ saf dışı bırakan bir ‘siyasi yargılama’ pratiği ve ardından ‘uygun görülen karar’ın malum sloganı: ‘Yedirmeyiz.’
Bu yöntem bir kez benimsendiğinde, örneğin bakanların rüşvet alıp almadığına da yargı değil, bir partinin hâkim olduğu TBMM ile o çoğunluğu yönlendiren kişiler karar verir. Ya da pırıl pırıl akademisyenler tutuklanıp cezaevine gönderilirken, devletin kurucusundan ‘piç’ sıfatıyla söz eden İD’liler (bu konuyu başka bir gün yazacağım) yargılandıkları esnada serbest bırakılır. Doğaldır bunlar. Türkiye’de iktidarın ‘üstün’ çıkarları söz konusu olduğunda, Anayasa’nın 138/1 maddesi hükmüne ‘uygun’ davranabilecek hâkim var mı? Yanıtı okuyucu versin…
Dönelim vakfa ve tecavüz konusuna. ‘Yedirmeyiz’ pespayeliğinin vardığı noktayı göstermesi açısından çok acıklı bir durum.
Konuyla ilgilenenler bilir; örneğin idam cezasının yeniden kabul edilmesi konusu her açıldığında, aklı evvel memleket sağcısının aklına gelen ilk örnek her zaman ‘çocuğa tecavüz’ olur. Derler ki, ‘Çocuğa tecavüz edenin yaşama hakkı olmamalı.’ Dokundukları noktanın hassasiyetini bilerek yaparlar bunu. En can acıtıcı örneği vererek idam tartışmasını ‘sulandırmak’ için.
Başka seçenekleri yok
Peki, aynı insanlar nasıl oluyor da arka arkaya gelen taciz/tecavüz haberleri karşısında hızla kurumu/kurumları ‘savunma’ hattına çekilebiliyor? Yalnızca ‘arsızlık’la açıklamak mümkün değil bu hali. Arsızlık-yüzsüzlük gibi davranış biçimleri ‘kişisel’ niteliklerdir; ideoloji değil. Dolayısıyla ‘sahiplenme’yi genel siyasetin parçası olarak ele almakta yarar var.
Nitekim BirGün gazetesi, 26 Mart tarihli manşetini konuya ayırmış ve vakıfların neden çok hayati olduğunu, son derece basit bir şekilde anlatmış. Bunlar sır değil. Devletin sosyal görevlerinden bir kısmını ‘bilerek ve isteyerek’ terk etmesi ve bu alanları cemaatlere/tarikatlara bırakması, gerek yeni nesil yetiştirme ideali açısından gerekse rant kapısı olması nedeniyle, Türk tipi müteahhit siyasal İslamcının ‘siyaseti’ durumunda. Haliyle, korumak ve sahiplenmek zorundalar. Başka seçenekleri yok…
Bu kurumlarda yaşanan skandalların sosyal ve psikolojik gerekçelerini iyi kötü bilmek ya da tahmin etmekle birlikte, konuyu uzmanlarına bırakmakta yarar var. Yine de henüz izlememiş olanlara ‘Takva’ ve ‘Spotlight’ filmlerini öneririm.
Ayrıca bir diğer önerim de, örneğin ‘kız ve erkek öğrencilerin aynı merdiveni kullanmasını yasaklayan bilmem kim’ haberlerinin bu gözle okunması olabilir. Merdiven görünce aklına ‘dikizlemek’ gelen bir zihniyet ile olup biten pespayelik arasında bir bağ var sanıyorum.
Ne acıklı bir manzara
Gelelim yazının başlığına…
Adını anmak istemediğim o vakfa sahip çıkanlar, partileri, liderleri… Gezi olayları sırasında nelere sığınmışlardı hatırlarsınız. Aylarca, en ucuz yalanlar TV’lerde ve meydanlarda seslendirildi. Kabataş’a dair o sapık fantezi, camide içki içilmesi, camiye ayakkabıyla girilmesi… Cayır cayır gösterici ölür ve sakat kalırken, muhterem mümin siyasetçiler aklını fikrini camiye ayakkabıyla girilmesiyle bozmuş; cami hocası ‘namuslu’ çıkınca da ne yapacaklarını şaşırmışlardı, dürüst adama hasret dünyalarında.
Oysa yalan dolan bir yana; ‘Velev ki biri içki içmiş’ olsun, ‘Bana ne?’ idi. ‘Yüz binlerce insana ne?’ idi. Yazının başındaki ‘suçun/eylemin şahsiliği’ ve ‘suçsuzluk karinesi’ ilkesini hatırlayalım burada. Demek ki herkese lazımmış! Şimdi yönetim sorumluluğunu taşıyan ‘aynı’ insanlar, korkunç iddialara karşı o vakfın yüzünü yıkama telaşında. Ne acıklı bir manzara…
Gel de Türkan Saylan’ı, ÇYDD’yi hatırlama
Son olarak, her gün bir diğer ağızla vakfı sahiplenen siyasetçilerin ifadelerinin, bana ister istemez ÇYDD ve rahmetli Türkan Saylan’ı hatırlattığını söylemeliyim. Ömrünü bilime ve halka adamış Türkan Saylan’ı. 17/25 Aralık sonrası çöpe giden berbat yargılamalar sürecinde, ahlaksız medya organlarınca küçük düşürülmeye çalışılan bilim insanı Türkan Saylan’ı. Okuttuğu kız çocuklarının ‘askeri ayartmak’ için ‘kullanıldığı’, ahlaksız oğlu ahlaksız medya organlarınca iddia edilen, narin Türkan Saylan’ı. Ergenekon kapsamında, 13 Nisan 2009 sabahı 05.00’te, ağır kanser tedavisi görmekteyken evi polislerce basılıp aranan güzelim Türkan Saylan’ı…
Çok sık hatırlıyorum, koskoca Türkan Saylan’ı. Dökülmüş saçlarına bağladığı bandanasıyla pencereden bizlere el sallayışını, halk sağlığına adanmış koca bir ömrün ardından. İktidar paçavralarındaki, ‘Sonunda başını örtmeye mecbur oldu’ yazılarını…
Bir de ‘tokadı yok’ derler…
Şimdi aynı insanlar, yangın yerine çevirdikleri memlekette, çocuk tecavüzüne konu olan kurumları sahiplenmek zorunda kalıyorlar. Bir düşünün, iddiaların binde biri ÇYDD için gündeme gelseydi, aynı muhteremlerin yapacakları ‘muhtemel’ açıklamaları. Düşündünüz mü? İyi…
Siyasal İslamcı kesimin tarihsel saplantıları olan o ‘Haçlı zihniyeti,’ ‘Siyonistler’, ‘ateistler’, ‘komünistler’ vb. bir araya gelip bir asır çabalasa, bunları böyle rezil etmeyi başaramazlardı.
Allah kimseyi bu duruma düşürmesin. Bir de ‘sopası yok’ derler. Olmaz olur mu hiç…