
H. AYHAN TİNİN / Sanat da var / Edebiyat/Müzik
insanatinart@gmail.com
İkisi de yoksuldu.
Birbirlerine uzak coğrafyalarda birinin kalbi diğerinin elleri kırılmıştı.
Hayat adil değildi. Ölüm de.
Koca şair böyle yazmıştı.
Bir eski Acem şairi :
“Ölüm âdildir” — diyor,—
“aynı haşmetle vurur şahı fakiri.”
Hâşim,
neden şaşıyorsunuz?
Hiç duymadınız mıydı kardeşim,
Herhangi bir şahın bir gemi ambarında
bir kömür küfesiyle öldüğünü?…
Birinin babası, diğerinin ise annesi restoran işletirken; ikisi de ilk gençliklerinde mutfakta bulaşık yıkamışlardı.
İkisi de dünyanın ve ülkelerinin çalkantılı zamanlarına doğmuş, büyük değişimlere tanıklık etmişlerdi.
Birinin babası milletvekili, diğerinin ise çiftlik kahyasıydı.
Her ikisi de kaderlerini ailelerinden ayrı çizmişti. Ne biri ticarete atılarak birdenbire zenginleşmiş, ne öteki, “Kaderim” diyerek sokak çeteleriyle, uyuşturucu arasında kaybolmuştu.
Hayatın içinde gerçek insanların hakiki hikayelerini yazmışlar, biri kelimelerle diğeri notalarla insanlığa hediye etmişlerdi.
Mehmet Raşit neden yazmıştı, Lidio Martinez neden çalıp söylemişti?
Başka türlüsü mümkün değildi de ondan…Sanatçıların nedenleri yoktur. Bu dünyaya bizden daha farklı bir şey yapmak için gelirler, var oluşlarını bununla anlamlandırırlar.
Eylül sarı sarı dalgalarla gelir. Hüznü de mutlulukları da kendi özgüdür.
Biri eylülde gelmişti bu dünyaya, diğeri eylülde vedalaşmıştı.
Mehmet Raşit ve Lidio Martinez.
Sizi birini Orhan Kemal, diğerini Victor Jara olarak tanıdınız.
Fakat ikisini de erken unuttunuz. Yoksa hala bazı coğrafyaların, insanlığın kaderinde yoksulluk olur muydu? Onların söylediklerinden, yazdıklarından; onların eylüllerinden payınıza düşeni almadınız. Yoksa hala çocuklarınızın geleceğini düşünüp kederlenir miydiniz?
Bir eylül günü dünyaya gelen Mehmet Raşit, babası siyasetin tahterevallisinde bir aşağı bir yukarı hareketlenirken ilk hayat derslerini almıştı. Aile Lübnan’a kaçtığında okulu da bırakmıştı. Matbaa işçisi olarak çalışırken, yan taraftaki çikolata fabrikasında çalışan bir kıza âşık olmuştu… Buluşmaya giderken utandığı eski pabuçları için kız ona, “Bizim eski pabuçlarımızdan varsıllar utansın” demişti. Sonra ansızın kaybolmuştu hayatından. Lübnan’dan Adana’ya dönmüş dokumacılıktan kâtipliğe çalışmıştı. Adana’da kendinden on yaş büyük bir kadına âşık olmuş, onu da Mersin limanında gözden yitirmişti.
Yoksulluğu yazan herkes gibi o yıllarda damgalanmıştı. Bursa cezaevine konulmuş, orada koca şair ile tanışmış ve, “Sen şiir yazma, sen nesir yaz” sözlerini dikkate alarak edebiyatımızın kilometre taşlarından Orhan Kemal olmuştu.
Cantador diyorlardı Victor’a. Halk ozanlarına Şili’de öyle söylenirdi. Çocukluğunda hayrandı onlara… Annesi de şarkı söylerdi. İlk öğretmeniydi. Kocasına karşı çıkmış, küçük Victor’un okumasını sağlamıştı. Annesi ölünce liseyi bırakmış, papaz okuluna gitmişti. Oradan da askere… Okulla yaşadığı gerçeklik arasında gördüğü derin çelişki, hayatı sorgulatmıştı. Döndükten sonra tiyatroya başladı… Şili halk müziğinin usta sesi Violeta Parra ile tanışınca, gecikmiş bir müziğe dönüş yaşadı. Güney Amerika müziğinin en ünlü temsilcilerinden biri olmuştu.
Sonra o eylül gelir. Tüfekler, bombalar… Şili Stadyumu insanlarla doldurulur. Orada da gitarını elinden bırakmaz. Önce gitarı, ardından elleri kırılır çalmaması için… Söylemeye devam eder. Ellerini kesip dikenli tellere asarlar…
Orada. Eylülde. Bazı hayatların bitip, bazı hayatların başladığı yerde. İki uzak coğrafyada hayatın, doğanın, insanın izini sürmüş biri kelimelerin diğeri notaların ozanı…
İster ilk kez ister yeniden onları duymak, okumak istemez misiniz?
Eylül sarı sarı dalgalarla gelir. İnsan ne için yaşar? İnsan neyle yaşar?