
MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
mustdagistanli@gmail.com
“… eğer Türkçenin yüksek bir inkişaf bulmasını istiyorsak mektep gramerine isyan etmeliyiz” demiş Falih Rıfkı, 1932’de.
Nâzım Hikmet de 1943’te etmiş, Kemal Tahir’e mahpushaneden yazdığı mektupların birinde anlatıyor bunu, analiz de ediyor. Tolstoy çevirmeye girişmiş. Girişmeden bir hafta çeviri üslubuna kafa yormuş. Tolstoy’un cümle yapısına, üslubuna uygun olsun deyince bir haftada ancak yedi sayfa çevirebilmiş. Böyle çevirmekten vazgeçmiş, çünkü, birincisi, verilen sürede kitabı yetiştirmesi imkansızmış, ikincisi bu çeviriyi Maarif Vekaleti Tercüme Bürosu’na anlatabilmek ‘müşkül’müş. Bu yüzden babadan usülle çevirmeye karar vermiş. Yani:
“… bütün sevilen muharrirlerin cümle kuruluşlarını bizim berbat kitabi cümle kuruluşuna uyduran ve bu suretle tercümelerimizde bir Tolstoy üslubu (bilhassa cümle kuruş bakımından) ile bir Mopasan üslubunu ayırt edilmez hale sokan usül.”
Sonra da bu çabasından çıkardığı sonuçları anlatırken şunu diyor:
“Bizim kitabi cümle kuruluşu ile sözü, psikolojiyi, hareketi ve izahı aynı uzun cümle içinde vermeğe kalkıştığımız zaman anlaşılması zor bir karışıklık oluyor.”
Öyle oluyor gerçekten de. Çünkü şöyle düşünürüz fiilin sonda olduğu kitabi cümleyi okuyunca: “Hmm, demek okuduklarım bu anlama geliyormuş.” Oysa fiil cümlenin başlarında olunca okuyacaklarımızı (o fiilin belirlediği) bir anlam çerçevesine yerleştire yerleştire ilerleriz, bitirince de geriye dönmemiz, düşünmemiz gerekmez. Kısa cümlede böyle bir sorunu fark etmeyiz, hissetmeyiz, ama uzun cümlede…
Nâzım Hikmet’in bu mektubu üstüne zihin açıcı bir makale yazan Ragıp Gelencik (Dil ve Politika‘da — iki hafta önceki yazımda da bazı temalarından bahsetmiştim) şu örneği veriyor:
1. Baktım x kaçmış, Y kaçıyor, Z kaçtı kaçacak.
2. x’in kaçmış, Y’nin kaçmakta, Z’nin kaçmak üzere olduğunu gördüm.
Şöyle açıklıyor Gelencik:
“Birinci cümleyi duyan veya okuyan şöyle algılar: O görmüş: x kaçmış (eksiksiz 1. algı) + Y kaçıyormuş (eksiksiz 2. algı) + Z kaçtı kaçacak imiş (eksiksiz 3. algı) = Toplam algı. Bu, kolay bir algılayıştır. Onun içindir ki böyle çok uzun tümceler bile kolayca anlanır.”
Gelencik de fiil/eylem okunmadan cümlenin anlaşılamayacağını, eksiksiz bir yargıya varılamayacağını söylüyor. Ayrıca, kitabi söz diziminde, çeşitli iyelik ekleri (-nin’ler, -nun’lar) pek çok zaman ardarda gelip hem anlamı karıştırır hem de berbat bir cümle ortaya çıkarır, sesli okuyun böyle bir cümleyi anlarsınız.
Kitabi cümleye saplanıp kalmak, fiili hep sona atmak, önceki yazıda göstermeye çalıştığım vurgu, anlam pekiştirme fısatlarını, zenginliğini de yokeder.
Tabii, devrik cümlenin (fiilin sonda olmadığı dizilişin) anlamı gözetmeksizin aşırı kullanımı da bir sorundur. Nâzım Hikmet o mektubunda şöyle diyor:
“Bundan bir hayli zaman önce cümle kuruluşundaki fiil ve fail vesairenin yerlerini değiştirmek denemeleri yapıldı. Fakat bu Selanikli şivesine inkılâp etti ve nihayet Karakurt’un elinde can verdi.”
Esat Mahmut Karakurt çok satan romanlar yazmıştı böyle devrik cümlelerle. Tam buraya, eski usüle uyup, bir hikaye sıkıştıralım:
Esat Mahmut Karakurt uzun yıllar Galatasaray Lisesi’nde öğretmenlik yapmıştı. Bir öğrencisi kompozisyon ödevinde hocasının çok satan romanlarındaki kısa ve devrik cümleleri, onun üslubunu taklit etmiş. Karakurt kağıdı okuyunca çocuğa çıkışmış:
“Hımbıl adam. Başka özenecek yazar mı bulamadın? Ben bunları ekmek parası için yazıyorum, sen de edebiyat sanıyorsun!”
Nâzım Hikmet arayış içinde, çıkış yolu için bazı kılavuzlar da bulmuş, şunu diyor mektubunda:
“Evliya Çelebi’nin, eski tezkirecilerin cümle kuruluşları bambaşka, bu bakımdan hattâ bugünkü nesir cümle kuruluşlarımızdan çok ilerde.”
Dilin sadeleşmesi için çabalayan, aynı zamanda anlatım olanaklarını arttırmak isteyen başka yazarlarımız da Evliya gibi eski yazarlarımızı anar Nâzım gibi: Mercimek Ahmet’in Kabusname çevirisi, Aşıkpaşazâde Tarihi, Molla Sadettin, Kâtip Çelebi, Naima, Koçi Bey…
Gelencik, Evliya Çelebi’nin (1611 – 1682?) Seyahatname‘sinden örnekler veriyor Nâzım Hikmet’i destekleyen:
“Evliya Çelebi’nin uzun (bileşik) tümceleri olay akışını çok güzel veriyor; öyle ki kısa tümcelere bölünürlerse olay sanki topallayarak ilerliyor.”
Bu eski yazarlarımızın metinlerinde hemen dikkati çeken, ki bağlacının ve (i)p ulacının (zarf-fiil) sık kullanılması.
Birincisine Mercimek Ahmet’ten örnek (15. yüzyıl, Kabusname):
“Andan sonra fikreyle, dostlarının dostlarını ki anlar [onlar] dahı sercümle dostlarındandır. Ve kork ol [o] dosttan ki senin düşmanına dost ola.”
İkincisine Evliya’dan:
“Gel Evliya’m, senin ağzını öpeyim. Sen iyi dersin ama Evliya efendim ben bana ettim, ben banadeyip uyluğunda kurşun yarasın açınca anı gördüm: Parmak kalınlığında kurtlar. Yara çürüyüp uyluğu pare pare olup rayihasından yanına adam varamaz.”
Bu (i)p ulacını, Gelencik’in deyişiyle, “bugün konuşurken dilimizden düşürmeyip yazarken genellikle unuttuğumuz” biçimde kullanıyorlar: “Yargıtay, Anayasa Mahkemesi’nin kararını tanımayıp suç işledi” gibi.
Fakat bir de Gelencik’in dikkat çektiği gibi (yukarıdaki örnek öyle), “artık konuşurken de kullanmadığımız bir biçimde kullanarak onunla iki ayrı tümceyi birleştiriyor”lar. Bu ulacı sık kullanan Naima’dan (1655? – 1716) da bu biçime bir örnek veriyor:
“Müftü geldikte Ağaların bıyığını balta kesmez olup yüreklendiler.”
Gelencik, okumakta olduğumuz kendi yazısında da bu biçimi kullandığına dikkat çekip şu cümleyi gösteriyor: “Dahası, dil tümüyle gereksizleşip anlaşmak için bakışmak yetebilir.”
Artık kullanılmayan bir başka cümle kuruluşunu Melih Cevdet hatırlatıyor (Açık Pencere‘de), Molla Sadettin’den (13. yüzyıl) bir örnekle:
“Sizler birbirinizle kardaşlarsız. Benim kullarım, ben gafur Mevla sizinüm. Ve bunca dürlü nesneleri sizin için areste kıldım, arştan ta saraya değin.”
Melih Cevdet, bu kuruluşun “tümleçleri sona bırakıp tümceyi ağırlaştırmaktan kurtar”dığını söylüyor, bu sözdizimini Türkçe cümle için çok gerekli sayıyor.
O cümleyi bugün neredeyse hepimiz şöyle yazarız:
“Ve arştan saraya değin bunca dürlü nesneleri sizin için areste kıldım.”
Hangisi daha kolay anlaşılıyor, algılanıyor, hangisi daha güzel? Melih Cevdet gibi düşünüyorum ben de.
Mercimek Ahmet’in şu cümle kuruluşunu da güzel, etkili, vurgulu buluyorum:
“Anın içün deyiptürürler ki yalnızlık yeğdir, yaramaz işe kılavuzlayan yoldaşdan ise.”
Bugünkü yerleşik yazı diliyle şöyle yazarız herhalde:
“Onun için, yalnızlık, yaramaz işe kılavuzlayan yoldaştan yeğdir, derler.”
Mercimek Ahmet’in cümlesi çok daha berrak, hemen mesajı vererek yola koyuluyor: “yalnızlık yeğdir”, sonrası da oturuyor taş gediğe girer gibi.
Bir örnek daha:
“… bir kişi dört duvarlı evceğizinin içinde, bir padişaha benzer mülkü içinde.”
Bugün heryerde rastladığımız şu kuruluş mu daha iyi:
“Dört duvarlı evceğizinin içindeki bir kişi, mülkü içindeki padişaha benzer.”
Nâzım, bu gibi imkanları Memleketimden İnsan Manzaraları‘nda kullandığını, bunun şiirde daha kolay olduğunu söylüyor, ama “nesirde sırf itiyat [alışkanlık] dolayısıyla müthiş bir güvensizlikle karşılaşıyor” diyor. “Ve bu güvensizliği yenmek için büyük bir eser vermek lâzım geliyor.”
Biz vereceğimiz küçük eserlerde de bu anlatım olanaklarını niçin zorlamayalım, aramayalım?
Alışkanlıklardan, hele yazı alışkanlıklarından kurtulmak zor, “Alışkanlık ikinci şahsiyettir” diyordu Kâtip Çelebi. Ama derler ki isyanla varılacak acemilik yeğdir, alışkanlığın ustalığından (Turgut Uyar’a selam).
Minnet:
Ragıp Gelencik’e Cemal Süreya’nın bir yazısında rastlamıştım. Yazdığı eski dergilerin bazılarını buldum sahaflarda, sonra da bu yazıları topladığı Dil ve Politika kitabını. Asıl adı Öner Ünalan (1935-2011). Cemal Süreya, “Ragıp Gelencik’in önemi gün günden daha iyi anlaşılacak” demiş. Öyle mi oldu, anlaşıldı mı? Bilen tanıyanların sayısı azaldı o kadar herhalde. Kitabının bazı yazıları dönemin tartışmalarına çok bağlı sayılıp ilgi çekmeyeceği düşünülebilir, ama iki yazıda konu ettiğim ‘Nâzım Hikmet’in 73. Mektubu Üstüne’ başta olmak üzere öbür yazıları her zaman okunabilir, okunmalı. Kitap keşke yeniden basılsa, basılmayacaksa, bu yazısı internet ortamında yayınlansa. Ragıp Gelencik’e bin selam.