H. AYHAN TİNİN
Sanat da var / Sinema–Edebiyat
insanatinart@gmail.com
Adamın yüzü o kadar boştu ki bu boşluğa bakan bütün kadınlar âşık oldu.
Adamın yüzü o kadar güzel, o kadar yetenekliydi ki bu yüze bakan bütün erkekler kıskandı.
Biri eski dünyada, diğeri yeni dünyada…
Bir Eylül ayında üç gün arayla doğdular. Başka bir Aralık ayında üç gün arayla ikisi de bu dünyadan
ayrıldılar.
Ne sanat dünyasından ne de onları özleyen kadınların hayalinden ikisinin de yüzü silinmedi.
Amerika’nın orta kısmında doğmuştu güzel adam…
İtalya’nın orta kısmında doğmuştu yakışıklı adam…
Güzel adamın karısı onun ardından, bir akıl hastanesinde çıkan yangında kaçmamayı seçerek yandı.
Yakışıklı adamın hayranları ise arkasından Roma’daki Aşk Çeşmesi’nin üzerini siyah bir tül ile
kapladılar.
Karısı güzel adamı kıskandırmak için “Biliyor musun bugün biriyle tanıştım…” diye başlıyordu söze…
Yakışıklı adam her macerasından döndüğünde “Biliyor musun, benim yerim senin yanın…” diye
sokuluyordu karısının omuzuna…
İkisi de yaşarken şöhret, para ve benzersiz sanatsal üretimler içinde her şeye sahip oldular, mutlu da oldular; ama huzur bulamadılar.
Kim bilir, belki de üretebilmek için, böyle kafeste kalmış bir kaplanın huzursuzluğu içinde yaşayıp özgür kaldığın zamanlarda tek şansının ateş çemberinden geçmek olması gerekiyor.
Bu ikilinin tuhaf kader birliğinin bir diğer ortak yanı ise Paris’ti. Her ikisi de hayatlarının zirve yaptığı
dönemde bu büyülü şehirle buluşmuştu.
Biri Zelda ile akıl almaz partilerin çılgın konukları olurken, diğeri Catherine ile ateşli bir aşk yaşıyordu.
Scott Fitzgerald ve Marcello Mastroianni’den söz ediyoruz.
Edebiyat ve sinema dünyasının Adonis’i olan iki adam…
Scott içinde yaşadığı dönemin toplumsal koşullarını ve bunun birey üzerindeki kültürel ve psikolojik tahlillerini mükemmel biçimde yapmış, her kitabıyla edebiyat dünyasının harika çocuğu olduğunu bir kez daha göstermişti. ‘Caz Çağı Öyküleri‘yle bir dönemin müzikal ve sosyal dönüşümünün adını koymuş, yapıtları defalarca Hollywood tarafından sinemaya aktarılmıştı.
Marcello ise sıradan başlayan kariyerini Federico Fellini’nin başyapıtlarında yer alarak zirveye taşımış; ‘Ateşli Latin Âşık’ unvanını ölümünden sonra da kimseye bırakmamış, Sophia Loren ile oluşturduğu muhteşem ikilinin filmleri katıldıkları bütün festivallerin ödüllerini zorlamış ve almıştı.
Bu iki erkeğin hayatındaki melodram ise birlikte oldukları kadınlardı.
Scott delicesine âşık olduğu Zelda’yı kıskanmaktan hiç vazgeçmedi. Zelda da onu… Sürekli birbirlerinin sevgisini sınıyorlar ve acı vermek, bedel ödetmek için o muhteşem sevgiyle dalga geçiyorlardı.
Scott bütün özgüvenini yitirdiği böyle zamanlarda, yakın dostu Hemingway’e sığınır, ondan yardım beklerdi.
Zelda ise akıl hastanesine yatar, içinde yaşadığı ağır şizofreni sakinleşene kadar orada kalırdı.
Marcello, Faye Dunaway’den Catherine Deneuve’e sayması uzun sürecek kadınlara âşık olmuş, ancak her defasında eşi Flora’ya göz yaşları içinde dönmüştü. “Seçen hiçbir zaman ben olmadım, her zaman birileri beni seçti…” sözleri karmaşık aşk hayatının kısa ve aslında güçsüz bir özetiydi belki de…
Scott kalp kriziyle, Mastorianni kanserle ayrılmıştı bu yaşamdan.
Aralık ayının 21 ve 19’unda.
Mastorianni’nin eşi Flora İtalyan film müzikleri bestecisi Ezio Carabella’nın kızıydı. Ünlü Capelli Bianchi’nin bestecisi… Onun Catherine’den olan kızını kendi evlâdından ayırmamış, Flora hastaneye yattığı zaman ise Catherine onu Paris’e aldırarak tedavisini üstlenmişti.
Scott’a dostları Zelda’nın onu mahvettiğini ve alkol bağımlısı haline getirdiğini söylese de gerektiğinde dostlarını, söz gelimi Hemingway’i terk etmiş, ancak Zelda’nın akıl hastanesi masraflarını karşılamak için Hollywood’da çalışmayı bile göze almıştı.
Bir Fitzgerald kitabı okuyun bu yağmurlarda, bir Mastorianni filmi izleyin. Hayatlarını okuyun ve benzersizliklerini yakından tanıyın.
Bu iki zeki ve yetenekli adam zirvelerinin bedelini gözyaşlarıyla ödemişler ve herkes tarafından kıskanılmışlardı.
Erkekler de ağlıyordu bu hayat içinde…
Yalnız onların gözyaşları şefkat uyandırmıyordu.