DAĞHAN IRAK
daghan@daghanirak.com
@daghanirak
İki hafta önce, kelimenin tam anlamıyla gözümüzün önünde gencecik bir insanın yitip gidişini gördük. Enes Kara, aile ve cemaat baskısıyla hapsedildiği karanlıktan kurtulmak için ölümü kendisine reva gördü.
Enes’in hayatına son verdiği Elazığ’da en son yapılan yerel seçimde ana muhalefet partisi CHP aday dahi çıkarmadı, şehri, ittifak ortağı İyi Parti’ye bıraktı. İYİP yüzde 17 oyla AKP ve MHP’nin ardında üçüncü oldu. CHP’nin aday çıkaramadığı Elazığ, Kemal Kılıçdaroğlu’nun liseyi okuduğu yer.
Enes’in ölümünden sonra sözüm ona laikliğin yılmaz savunucusu, sözüm ona Atatürk’ün partisinin başkanı, “Böyle şey olmaz, geldiğimiz gün tarikat yurtları kapatılacak” diyemedi. “Yeni yurtlar inşa edeceğiz” gibisinden beylik laflar geveledi, sanki Enes inşaat yokluğundan intihar etmiş gibi…
Kemal Kılıçdaroğlu’nun oy hesapları yüzünden ağzına alamadığı lafı, şarkıcı Tarkan açıktan söyledi; “Asli görevimiz çocuklarımızı kollamaktır, yobaz zihniyetin sömürüsüne hizmet ettirmek değil” dedi.
Refleks olarak Tarkan Elazığ’da hiç konser vermiş mi diye baktım. İlk kez 2009’da gitmiş. Atatürk Lisesi’nde öğrencilerin kep törenine katılmış. Hazar Gölü kıyısında çocuklarla çevre temizliği yapmış. Daha sonra da yağmur altında iki saat konser vermiş, kapalı gişe… Elazığ, o zaman da ülkücü-İslamcı partilerin yüzde doksana yakın oy aldığı bir yerdi.
Burada akla gelen ilk soru, kurumsal muhalefetin beceremediği muhalefeti neden Tarkan’ın yapmak zorunda kaldığı olabilir tabii. Ama onun kadar önemli bir soru da Kılıçdaroğlu’nun muhafazakâr seçmeni kaybetmekten (ya da kazanamamaktan) neden Tarkan’ın muhafazakâr dinleyicilerini kaybetmekten korktuğundan daha fazla korktuğu…
Türkiye, sosyopolitik açıdan çok ilginç bir ülke. Politizasyon-depolitizasyon meseleleri gündeme geldiğinde bir yere oturtması kolay değil Türkiye toplumunu. Çünkü bir yandan yapısal olarak tamamen politikacı zümresine delege edilmiş bir demokrasi var, halkın siyasete katılımı tamamen oy vermekle sınırlandırılmış. Çoğu yurttaş, demokrasiye başka nasıl katılabileceğini dahi bilmiyor, hatta başka türlü katılımları bozgunculuk zannediyor. Öte yandan demokratik kanallar bu şekilde tıkandıkça, toplumda biriken politik enerji, günlük yaşam pratiklerine siniyor. Siyasete nasıl katılacağını bilemediği için yaşam tarzı üzerinden politik mesajlar vermeye çalışan bir halk var. Özellikle kurumsal politikada kendini temsil edecek birini bulamadığında, arayışları derinleşiyor. Türkiye’de siyasi lidere çoğu kez ‘kurtarıcı ana-baba’ muamelesi yapılması, kurumsal siyaseti gündeliğin içine entegre etme ihtiyacı belki de.
Yalnız Tarkan’ın Elazığ çıkışı da değil, Gülşen’in kıyafetleriyle ilgili sosyal medyadan yaptığı itiraz da üzerine düşünülmeyi hak ediyor. Kendisine annelik, eşlik, sanatçılık üzerinden kurulmak istenen baskılara karşı “Ben kendimim” diyebilmek, bu çığlığı atacak gücü arayan herkesle dipten derinden bir dayanışmaydı bir bakıma. Bunu daha önce Ebrar Karakurt ile de yaşadık. “Ben buyum, işinize gelirse” deme ihtiyacı hisseden, o hakkın sözcüsünü arayan çok insan var bu toplumda, üstelik toplumun o ‘beyaz Türkler’ diye etiketlenen katmanlarından çok daha öteye gidiyor o ihtiyaç. Zaten böyle bir ihtiyaç olmasaydı, bu çıkışları konuşmamıza gerek de olmazdı. Enes, kendisi gibi olma, kendisi gibi yaşama hakkı verilmediği için öldü, yüzlerce, belki binlerce başkası gibi…
Kendisi politik özne olmaktan mahrum edilmiş, bunu istemeye hakkı olabileceğini dahi düşünemez hâle gelmiş bir halk, bu ihtiyacının sözcülüğü için kurumsal siyasete baktığında orada kara delik gibi bir boşluk görüyor. Kurumsal siyasetin kendisi, kendi gibi olmayı beceremiyor her şeyden önce. İki ittifaka bakınca, tahayyül edilmiş bir seçmenin oyunu alıp iktidara tutunmak için şekilden şekle giren amorf yapılar görüyoruz. AKP İslamcılığı, CHP laikliği gözünü kırpmadan satabiliyor. İttifak ortaklarını mutlu etmek için atılmadık takla kalmıyor. Partiler de siyasal özne değil artık, anket sonuçlarındaki sayılar sadece. Seçmenler? Onlar zaten hep öyleydi.
Türkiye toplumunun en temel ihtiyaçlarından biri, insan muamelesi görmek. Bu ülke, yeni baştan demokratik bir ülke olacaksa, halkı, insan muamelesi gördüğü zaman olacak. Bunun yolunun geçtiği yerlerden biri; muhafazakârla muhafazakâr, laikle laik, sağcıyla sağcı, solcuyla solcu olmayan, herkesin insan olma hakkını da kendisinin kendi olma hakkını da savunabilecek politik yapılar. Bugün Türkiye’nin muhafazakâr insanları, kendi kimliklerini temsil ettiğini düşündüğü insanlar tarafından açlığa mahkûm edilmiş durumda. “Bu bizden değil ama yine de bizi bizimkiler gibi ezmez, kazıklamaz” mesajını şu an veremiyorsanız, ne zaman vereceksiniz?
Türkiye’nin izlemesi gereken yol haritası Gezi’de çizilmişti aslında. Baykalcı CHP ve Erdoğancı AKP tarafından içine sıkıştırıldığımız ikili düzenin dışında, demokrasiye ve insan haklarına, karşılıklı saygıya dayalı bir Türkiye hayâliydi Gezi. Bugüne kadar Erdoğan rejiminin en ağır yenilgisi olmasının nedeni de buydu zaten. Namaz kılmayanın, namaz kılana saldırmasınlar diye nöbet beklediği Gezi’den, Kılıçdaroğlu’nun Yenikapı’da Diyanet İşleri Başkanıyla laikliğe Fatiha okumasına üç yılda nasıl gelindi, insan hayret ediyor. Kurumsal siyasetin, toplumsal muhalefeti boğmasıyla başladı belki de öğrenilmiş çaresizliğimiz.
Diğer taraftan kurumsal muhalefet, yalnızca toplumsal muhalefeti sönümlendirmekle de kalmıyor. Kafasında yarattığı, olmayan seçmen kitlelerini ikna etmek için fazla uğraşıyor. Kutuplaşmayı olduğundan fazla gözünde büyütüyor, insanlarla konuşmayı denemiyor. Oysa kutuplaşmanın şimdikinden daha az olmadığı 1965’te Türkiye İşçi Partisi, Konya ve Yozgat’tan milletvekili çıkarmıştı.
Tarkan’ın Elazığ’daki ilk konserini verdiği 2009’daki yerel seçimde, seçime 11 parti katılmış. 2019’daki yerel seçime ise yalnızca beş parti girmiş. Halkın zaten demokrasiye katılabildiği tek imkân olan seçimde de başta CHP olmak üzere birçok parti, Elazığ’a gitmeye tenezzül bile etmemiş. Belki gitselerdi, Enes derdini anlatacak birini bulurdu, kim bilir?
Tarkan, Gülşen ya da başka bir popüler kültür figürü; günlük yaşam siyaseti yapabilir, hatta isterlerse doğrudan politikaya da atılabilir. Ancak politik yapıların ihmal ettiği görevleri, bu insanların yapmasını beklemek haksızlık olur. Kurumsal siyasetin önce oportünist siyasetsizlikten çıkması, daha sonra da bu ülkenin insanına politik özne olma imkânı tanıması gerekiyor. Tabii gerçekten demokratik bir toplum istiyor, yeni düzenin kendilerini yutmasından korkmuyorlarsa… Yok eğer kurumsal muhalefet, bu abuk sabuk rejimi, yeni bir demokratik Türkiye’ye evlâ görüyorsa, bitmişiz de okeye dönüyoruz demektir zaten…