• SANAT
  • 9 SORUDA
  • DİKEN ÖZEL
  • GÜNÜN 11'i
  • DİKENLİK
  • AKŞAM POSTASI
  • SPOR
  • VPN HABER

Diken

Yaramazlara biraz batar!

  • VİTRİN
  • AKTÜEL
  • EKONOMİ
  • ANALİZ
  • DÜNYA
  • MEDYA
  • KEYİF
  • YAZARLAR
  • SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK

'Emek Göçü'nün 60'ıncı yılı: Biz buralı mıyız?

30/10/2021 16:10

SEÇKİN SÖYLEMEZ*

Siyaset tarihi açısından 20’nci yüzyılda gelişen Türk-Alman ilişkileri iki önemli anlaşma etrafında şekillendi Bunlardan ilki, 2 Ağustos 1914 günü Sait Halim Paşa’nın Yeniköy‘deki yalısında gizlice masaya yatırılan Osmanlı-Alman ittifakıdır. İkincisi ise 30 Ekim 1961’de Batı Almanya’nın başkenti Bonn’da imzalanan Türkiye-Almanya işgücü anlaşmasıdır. İki sözleşme de altında yatan yararcı (utilitaryan) yaklaşımlar açısından benzerliklere sahip olsa da yarattıkları sonuçlar itibariyle önemli farklılıklar içerir. İlk anlaşma siyasi anlamda Alman ve Osmanlı imparatorluklarının sonunu getirmesiyle zihinlerden silinirken, ikinci anlaşma siyasi sonuçlardan ziyade öncelikle Almanya’nın toplumsal iç dinamiklerini derinden etkileyen – ve günümüzde de etkilemeye devam eden – kimliksel bir değişim sürecinin başlangıç noktasıdır.   

Bunun en son örneklerinden biri, Federal Almanya Cumhurbaşkanı Frank Walter Steinmeier’in işgücü anlaşmasının 60’ncı yılı münasebetiyle Bellevue Sarayı’nda verdiği bir davette sarf ettiği şu sözlerdir: “[Türklere yönelik] Siz buraya geldiğinizden beri biz değiştik. ‘Alman’ kelimesinin anlamı değişti“[i]. Evet, ‘Emek Göçü’nün 60’ıncı yılında ‘Türk’ olgusu günümüzün Almanya’sında göz ardı edilemeyecek bir gerçeklik teşkil etmektedir. Siyasetten spora, kültür-sanattan medyaya, kısacası günlük hayatın tüm alanlarında yer edinmiş Türkiye kökenli insanların tarihi, artık Almanya tarihinin bir parçası haline gelmiştir.


Peki ama Steinmeier’in cumhurbaşkanı konağında belirttiği ve daha sonra Essen şehrinde bir fotoğraf sergisi ziyaretinde yenilediği “Almanya göçmen kökenli bir ülke oldu” [ii] sözleri Almanya’daki mevcut kimlik söylemine ve ondan daha önemlisi genel toplum içerisindeki öz farkındalığa yansıyor mu? Bu sorunun cevabını ararken Almanya’daki Türk algısının tarihçesinin yanısıra son birkaç senedir ülke içerisinde lanse edilen ‘yeni Alman kimliği’nin sosyo-politik işlevselliğini ele almamız gerekir. Ama gelin önce bir kısa durum tespitinde bulunalım ve Almanya’nın değişen demografisine, Türk göçmenlerin bu bağlamdaki önemine ve bu sürecin beraberinde getirdiği siyasal çalkantılara göz atalım.   

Almanya’da ‘Türk’ olgusu ve siyasi çalkantılar  

Alman kimliği hakkında yürütülen tartışmaların, bilhassa son senelerde hız kazanmasının nedenlerinden biri Alman toplumunun değişen demografisi. 2019 nüfus sayımının verilerine bakarsak ülkede yaşayan her dört kişiden biri göçmen kökenli. Batı Almanya’daki göçmen kökenli oran yüzde 30 civarlarında iken 1991 senesine kadar demir perdenin arkasında kalmış olan Doğu Almanya’da nüfusun yaklaşık yüzde 9’unun etnik kökenleri Almanya dışında.

Türkiye kökenli insanlar bu bağlamda özel bir konuma sahip. Bugün sayıları 3 milyonu bulmuş olan bu gruba mensup kişiler, ülkedeki en büyük yerli olmayan nüfusu teşkil etmekle birlikte nitel açıdan da yerli toplum karşısında dil, din ve kültür açısından en belirgin farklılıklara sahip. 1970’lerden bu yana gelişen Alman devletinin ‘uyum’ politikalarını göz önünde bulundurursak ‘Türkler’ en çok hedef alınan, toplumsal algı içerisinde ise en fazla ötekileştirilen sosyal grup. Dolayısıyla nicel ve nitel anlamda Alman toplumu içerisinde özel bir görünürlüğe sahip Türkler, ülkenin toplumsal dinamikleri ve kimliksel söylemleri açısından şüphesiz öncelikli bir rol taşıyor.

Bununla birlikte Almanya’daki Türk toplumu son dönemde genel iç siyasi tartışmaların da odak noktasında. Bu duruma yol açan en önemli etkenlerden biri, 2015 itibariyle kötüleşen Alman-Türk ilişkileri.

15 Temmuz darbe girişimi ve akabinde gelişen iki taraflı gerilimler, 2016’da federal parlamentonun ‘soykırım’ tasarısını [iii] onaylaması ve 2017’deki Deniz Yücel davası gibi vakalar ekseninde Almanya’nın iç politik söyleminde ‘sosyal ve siyasi çatışmaların ithal edilmesi’ gibi konuların ele alınmasının yanısıra Türk kökenli insanların AKP iktidarınca yönlendirildiğine yönelik tartışmalar alevlendi.

Bu ve benzeri algı mekanizmalarını pekiştiren temel unsur ise 2017 anayasa referandumu ve 2018 milletvekili ve cumhurbaşkanı seçimlerinden çıkan sonuçlar. Almanya’daki seçmenlerin arasında AKP’ye yüksek düzeyde destek, Alman medyası tarafınca haftalarca konu edildi ve Türkiye kökenli göçmen toplumunun Almanya’dan daha da kopması olarak algılandı.[iv]

Bundan yola çıkarak Almanya’da yakın bir tarihe kadar toplumsal algı içerisinde hegemonyal bir yapıya sahip bu anlatılara baktığımızda, Steinmeier’in dile getirdiği ‘yeni Alman kimliği’ ve Türkiye kökenli göçmenlere bu süreç içerisinde atfedilen rol pek inandırıcı değil. Bilhassa 2015 sonrası kimlik ve göç olguları üzerinden gelişen problematik söylemler söz konusu. Mesela 2014 itibariyle Suriye savaşı ekseninde gelişen göç krizi karşısında Alman toplumunun ‘Müslümanların istilası’na maruz kaldığını öne süren PEGIDA Hareketi[v] ortaya çıktı. Daha çok Doğu Almanya’da kitleselliğe ulaşabilen bu siyasi grup, aylarca yürüyüşler düzenledi ve gelişecek yeni sağcı akımların alt yapısını oluşturdu. Bu ortamda daha önce sağ-liberal bir parti olarak kurulan ve 2015 itibariyle açık ırkçı bir tutum benimseyen AfD, yani Almanya için Alternatif isimli parti, siyaset sahnesine çıktı. 2021 federal meclis seçimlerinde 10,3 oy oranıyla beşinci parti olarak parlamentoya giren AfD, ‘Türklerin Almanya’ya ait olmadığı’[vi] kanaatinde olduğu gibi, Almanya’daki genel siyasetin de ciddi şekilde sağa kaymasına yol açtı.

Tarihsel bir açıdan baktığımızda ise bugün AfD’nin açıkça dile getirdiği yabancı karşıtı tutumun yeni bir anlatı olmadığını ve 90’lı yıllara kadar Almanya’da hâkim etnik-milliyetçi kimlik anlayışının devamı olduğunu görmek mümkün.

İşte tam bu noktada ‘Türk’ algısı ile ‘Alman’ kimliği arasında Emek Göçü‘nün başlangıcından beri var olan söylemsel gelişmelere değinmemiz gerekir. 1982 senesinde dönemin Batı Almanya başbakanı Helmut Schmidt’in, “Artık hiçbir Türk Almanya sınırını geçemeyecek’[vii] demesi ve Schmidt’in halefi – 16 sene şansölyelik görevini üstlenen – Helmut Kohl’un ülke içerisindeki Türklerin sayısını ‘elindeki tüm imkânları kullanarak’[viii] yarılama istemi ile AfD’nin mevcut ‘Türkleri ülkelerine geri gönderme’ fantezileri arasında içerik olarak büyük bir fark bulunmamakta.

Almanya’daki ‘Türk’ algısı ve tarihi devamlıklar

1961 senesinde ilk Türk işçi kafilesi Düsseldorf tren garına vardığında, karşılarında dilini ve kültürünü bilmedikleri bir ülke vardır. Almanya’da tek var oluş sebepleri olan emek güçlerine güvenen bu insanlar ‘misafir işçiler’ – yani Gastarbeiter olarak – Ruhr bölgesinin madenlerinde ve Ford fabrikalarının iş bantlarında, kuvvetlerinin sonuna kadar çalışacak ve paydos sonrası Alman toplumundan uzak barakalarına çekilecektir.

Ankara’nın gözünde birer döviz kaynağı, Bonn’un gözünde ise salt işgücü olarak algılanan Türkiye kökenli emekçilerin durumu, 1973 senesinde kökten bir değişime uğrar. O sene yaşanan petrol kriziyle birlikte Almanya işçi alımını tek taraflı olarak durdurur. Ülkede bulunan yaklaşık 1 milyon Türk artık daimî kalıcı yabancı statüsüne sahiptir.

Aynı yıl Almanya‘nın en yüksek tirajlı haftalık siyasi mecmuası Der Spiegel şöyle bir manşet atar: ‘İmdat! Türkler geliyor.’ O gün yaratılan olumsuz söylem, sonraki yıllarda da devam edecek ve Türk göçmenlerin Almanya’daki varlığı üzerinden dışlayıcı bir anlatı yaratılacaktır. Daha önce Alman ekonomisinin işgücü açığını kapatan Türkler, artık yük haline gelmiştir. Sosyal anlamda ötekileştirilen göçmenler aynı süreç içerisinde Alman siyasetince de hedef alınır. 1982 senesinde Hür Demokratlar ile Hristiyan Demokratlar arasında kurulan koalisyon hükümeti, yürürlüğe soktuğu iade yardım yasasıyla Türklerin üzerindeki baskıyı gitgide artırır. Amma velakin ne sağcı hükümetlerin agresif politikaları ne de artan ırkçı söylemler gurbetçilerin ülkedeki varlığını sonlandırabilir.[ix]

90’lara gelindiğinde Almanya’daki Türk vatandaşlarının sayısı 1,7 milyonu bulmuştur. Berlin duvarının yıkıldığı ve iki Almanya’nın birleştiği bu dönemde ‘Türkler’, yeniden hortlamakta olan Neonazi gruplarının açık hedefi haline gelir. 1992 ve 1993 senelerinde Mölln ve Solingen şehirlerinde ırkçıların Türkiyeli göçmenlerin evlerini kundaklaması sonucu sekiz masum insan yanarak can verir.[x] Daha sonra ‘Türk avına’ çıkacak NSU terör örgütü işte bu yıllarda kurulur.

Alman siyaseti 2000’ler itibariyle ülke içerisindeki Türk gerçekliğini kısmen kabullenmeye başlasa bile bilhassa 90’lı yıllarda yaşanan kanlı saldırılar ve bu saldırıların karşısında Alman toplumunun sergilediği vurdumduymazlık, Türk göçmenlerinin kolektif hafızasında silinmez bir yer edinecektir. Ve ne yazıktır ki günümüzde de – Almanya’da doğan her iki çocuktan biri göçmen kökenli bir aileden gelmesine rağmen – ırkçılık ve toplumsal ötekileştirme pratikleri varlığını sürdürmeye devam etmekte.

Almanya’daki Türkiye kökenli insanlara yönelik mevcut ve tarihsel söylemleri ele alarak girişte belirtilen Steinmeier’in sözlerine baktığımızda düşünsel bir yol ayrımına varıyoruz: Emek Göçü’nün 60’ncı yılında Alman siyasetinin, Uğur Şahin, Özlem Türeci ve birçok başka Türkiye kökenli insanın gösterdiği başarılar karşısında bir günah çıkarma mı yaşıyoruz, yoksa Alman toplumu gerçek anlamda göç olgusunu kabullenmeye mi başlıyor? Bu soruyu cevaplamadan önce kısa bir ek incelemede bulunmak faydalı olacak.

Bir benzetme: Bodemann ve Hafıza Tiyatrosu

2018’de Yahudi kökenli yazar Max Czollek’in ‘Desintegriert Euch!’ (Uyum Sağlamayın!) isimli bir makalesi yayınlanır. Daha sonra kitap olarak da piyasaya çıkacak metinde Czollek, İkinci Dünya Savaşı sonrası Alman toplumu içerisinde Yahudilerin tek taraflı kurgusunu eleştirdiği gibi, günümüzde Müslüman göçmenlere yönelik uygulanan genelleyici söylemin stratejik anlamda aynı mantığa dayandığını ve bu pratiğin Alman kimliği açısından aklayıcı bir işleve sahip olduğunu öne sürer. Geniş yankı uyandıran tezlerinin sonunda ise genç yazarın ortaya attığı çözüm önerisi basit olduğu kadar da radikaldir: uyum politikalarının dayattığı algı mekanizmalarını yıkmak ve var olan entegrasyon söylemine karşı direnmek.[xi]

Bu konuyu derinleştirmeden önce şunu açıkça belirtmek gerekir; Almanya’daki Türk göçmenlerin son 60 senede yaşadıkları, hiçbir şekilde Nazi rejiminin Yahudilere 1939 öncesi uyguladığı ötekileştirme ve 1939 itibariyle sanayileşmiş soykırım politikasıyla kıyaslanamaz. Türkiye’de popülist siyasi çevrelerce belirli dönemlerde dile getirilen bu benzetme maddi dayanaktan yoksun olduğu gibi, etik açıdan da son derece sorunlu. Almanya’daki Yahudilere yönelik söylemler ile genel anlamda göçmen algısı arasında yapılabilecek bir kıyas varsa, bu sadece ve sadece 1945 sonrası gelişen söylemsel pratikler açısından mümkün ki Czollek’in atıfta bulunduğu nokta da bu.

Aslında Czollek’in makalesi 1996 senesinde sosyolog Michal Bodemann tarafından yayınlanan geniş kapsamlı bir çalışmanın güncellenmiş – Almanya‘daki mevcut koşullara uygulanmış- hali. Bodemann ‘Gedächtnistheater – Die jüdische Gemeinschaft und ihre deutsche Erfindung’ (Hafıza Tiyatrosu – Bir Alman Kurgusu Olarak Yahudi Toplumu) isimli çalışmasında, Alman toplumunun Holokost üzerinden yürütülen söylemleri nasıl kendi aleyhine çevirdiğini inceler. Bodemann’ın temel tezi şudur: İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanlar dünya kamuoyunun gözünde kötülüğün simgesi haline gelmiş ve Alman kimliği tüm saygınlığını yitirmiştir. Bundan dolayı yeni – Nazi geçmişinden arındırılmış – bir Alman kimliği gerekmektedir. Nazi damgasından kurtulmanın yolu olarak söylemsel bir strateji uygulanır. 8 Mayıs 1985 günü dönemin cumhurbaşkanı Richard von Weizäcker Nazi Almanya’sının yenilgisinin 40’ıncı yıldönümünde – daha sonra tarih kitaplarına geçecek – bir konuşma yapar. Nazi diktatoryasının yıkılmasının aslında Almanların da kurtuluşu olduğunu belirten Weizäcker, bu hamlesiyle Alman toplumunu da nasyonal sosyalizmin bir kurbanı haline getirir. Bir anda daha önce Şoa‘nın failleri olan Almanlar, öldürülen Yahudiler gibi birer Nazi kurbanı olmuştur, tarihi roller yer değiştirmiştir.

Bodemann’a göre bu kurgunun temel taşı Alman devletinin o günden itibaren uyguladığı kolektif anma merasimlerinde yatmaktadır: “İşte tam bu noktada, [Şoa‘yı] anma bir mili merasim halini aldığında, Yahudiler gerekmektedir – ölü Yahudiler ve diri Yahudi bedenler-“[xii]. Weizeäcker’in de dediği gibi Almanlar ancak Yahudilerle barışarak ve yaşananları kolektif bir şekilde anarak geçmişin yükünü üzerlerinden atabilecektir.[xiii] Bilhassa Czollek’in bu bağlamda eleştirdiği Alman kimliğinin stratejik yönlendirilmesi. Tarihi ve maddi anlamda Almanların kurbanı olmuş Yahudilerin anılarak Alman kimliğinin yeniden inşası için alet edilmesi ve bu çerçevede Almanların tarih karşısında aklanması iki yazar açısından da büyük bir ayıptır.

Peki neden bu anlatı? ‘Emek Göçü’nü ve Almanya‘daki ‘Türk’ olgusunu konuşurken neden bu Bodemann ve Czollek referansları? İki nedenden ötürü. Bir: Bu çalışmalar Almanya’da İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan kimliksel buhranların yanısıra kimlik olgusunun stratejik karakterini ve bu doğrultudaki değişkenliğinin altını çizmekte. İki: Belirtilen örnekteki Alman kimliği üzerinden yaratılan söylemsel kurgunun ve yaşanan tarihi gerçekliklerin arasındaki çelişki soyutlarsak Weizäcker’in ve Steinmeier’in konuşmaları arasında yapısal benzerlikler görmemiz mümkün.

Biz buralı(mı)yız?

Fotoğraf: Ergun Çağatay

Sona gelirken ‘Emek Göçü’ünün 60’ıncı yılı kapsamında yapılan programlara ve girişte kısmen bahsettiğim bir organizasyona dikkatinizi çekmek istiyorum: Foto muhabiri Ergun Çağatay’ın 1990 senesinde çektiği 120 fotoğraftan oluşan ve haziran ayından beri Essen Ruhr Müzesi’nde halka açılmış bulunan ‘Biz buralıyız’ isimli sergi. Çağatay’ın Hamburg, Köln, Berlin ve Duisburg şehirlerinde kadrajına aldığı fotoğraflar, soyut ‘gurbet’ olgusunun yanısıra oturmuş bir yapıya sahip Türklerin günlük hayatını da yansıtmakta. Serginin enteresan bir diğer yanı ise fotoğraflarda ilk bakışta görünmeyen ama her bir resmin altında yatan toplumsal gerçeklikler. Daha önce belirttiğim gibi ırkçı saldırılar ve dışlayıcı toplumsal söylemler açısından 90’lı yıllar Almanya’daki göçmenler için belki en zor dönemlerden biriydi.

Böylece serginin ismi ‘Biz buralıyız’ olsa da gösterilen günlük kesitler tam tersini çağrıştırmakta, Türklerin Alman toplumu içerisinde yaşadığı yabancılığın altını çizmekte. Kendi mahallelerine kapanmış/kapatılmış, kendi marketleri, berberleri, kasapları ve terzilerine giden, evleri önünde Mercedes arabalarıyla ya da işyerinde yüzü gözü kömüre bulanmış halde poz veren insanların resimleri, aslında Alman toplumu ile ‘Türkler’in arasında ne kadar geniş bir uçurumun var olduğunu gözler önüne seriyor. Uyum ve entegrasyon kavramlarının havada uçuştuğu genel anlatının ve kurgulanması istenen ‘yeni Alman kimliği’nin karşısında bir anti tez görevi gören fotoğraflar, bu bağlamda Türkiye kökenli insanların tarihini yansıtmaktan ziyade, bu sürecin içerisinde ne kadar yalnız bırakıldığını da göstermekte.

Bu bağlamda gördüğümüz, Almanya’daki Türk toplumunun miladı 30 Ekim anlaşması anılırken yaratılan söylemsel çarpıklıklar. Bir tarafta son 60 sene hâkim olan ‘Türkler’in yabancılığının altını çizen ve son dönemlerde Almanya ile Türkiye arasında artan diplomatik gerilimler sırasında ivme kazanan dışlayıcı anlatı, öteki tarafta ise işgücü anlaşmasının anılması çerçevesinde yaratılmaya çalışılan ve Türkiye kökenlilerin tarihini Almanya tarihinin bir parçası olarak benimseyen yeni kimlik söylemi.

Bu iki söylemin eşzamanlılığı şunu işaret etmekte: Alman toplumu kimliksel bir dönüm noktasında. Ülkenin değişen demografisi etnik-milliyetçi bir kimlik anlayışının devamlılığını önlemekte. Bu süreç içerisinde toplumsal kimlik algısı değişmek zorunda olduğu gibi, ülkedeki yerli olmayan ama kalıcı bir varlığa sahip nüfus da Alman kimliğinin bir parçası haline gelmeli. Bu zorunlulukları yerine getirecek mekanizma Bodemann ve Czollek’in işlediği ‘hafıza tiyatrosu’yla benzerlikler gösteriyor.

Steinmeier’in sözleri bu anlamda önemli bir stratejik niteliğe sahip: ‘Yeni Alman kimliği’nin, göç tarihinin anılması üzerine kurgulanmasının manidarlığı kadar bu yeni söylemin asıl hedefinin göç olgusunu veya Türkiye kökenlilerin mevcut sosyal durumunun tartışılması anlamına gelmediğini gösterir. Bunun en bariz örneği ise bu gelişmenin göz ardı ettiği veya stratejik bir şekilde cevaplamaktan kaçındığı şu sorularda görülmekte: Kimdir bu Türkiyeli göçmenler? 60 sene boyunca Almanya’da yabancı, Türkiye’de ise Almancı olarak adlandırılmış bu insanlar hangi kimliğe sahip

Almanya’daki mevcut söylem Gastarbeiter’lerin tarihini benimserken bu soruların asıl cevabını verebilecek kişileri, yani Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli insanları – girişte belirtildiği gibi – ötekileştirme pratiklerini devam ettiriyor.

Sonuç itibariyle tüm bu olguları betimleyen bir tespite bulunmak gerekirse belki şöyle bir cümle kurmak mümkün: Almanya’daki ‘Türk’ algısı Emek Göçü’ünün 60’ıncı yılında ‘yeni Alman kimliği’ni çerçeveleyen söylemin aracı olabilmiş ama amacı haline gelememiştir. 

* Seçkin Söylemez; Duisburg-Essen Üniversitesi Siyasal Bilimler Enstitüsü, Eyalet Politikaları ve Kamu Yönetimi Bölümü, bilimsel araştırma görevlisi; TU-Darmstadt ve Tübingen Üniversitesi öğretim görevlisi.


[i]Steinmeier‘in konuşmasının tüm metinini Alman cumhurbaşkanlığının resmi sitesinde bulabilirsiniz.

[ii] Steinmeier’in ‘Biz Buralıyız’ isimli resim sergisinde yaptığı konuşmanın özeti.

[iii] Daha fazla bilgi için 2017 senesinde Almanya’da bulunan Türkiyeli STKların ‘soykırım tasarısı’ karşısında gösterdiği söylemsel tepkileri incelediğimiz akademik bir çalışma.

[iv] Daha fazla bilgi için ‘Yeni Türk Diaspora Politikası ve Almanya’daki Türkiye Kökenli Diasporanın Yeniden Keşfi.’

[v] Almanca: Patriotische Europäer Gegen Islamisierung Des Abendlandes, Türkçe: Batının İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar.

[vi] AfD Grup Başkanı Gauland‘ın Türklere yönelik takındığı ırkçı tutumun bir örneği.

[vii] Schmidt’in ve daha sonra Kohl’un göç konusuna yönelik yaklaşımlarını ele alan enteresan bir makale.

[viii] 2013 senesinde Der Spiegel’in ortaya çıkardığı dosyalarda Kohl’un Türklere ve göç olgusuna olan bakış açısı bir kez daha tartışma konusu olmuştu.

[ix] Bu bağlamda 12 Eylül Darbesinin yarattığı göç akımlarını göz önünde bulundurmak gerekir.

[x] Mölln’de Bahide Arslan (51), Yeliz Arslan (10), Ayşe Yılmaz (14) Solingen’de ise Gürsün İnce (27), Hatice Genç (18), Gülistan Öztürk (12), Hülya Genç (9) ve Saime Genç (4) yakılarak katledilmiştir. 

[xi] Czollek, Max. Desintegriert euch! Carl Hanser Verlag GmbH Co KG, 2018.

[xii] Bodemann, Gedächtnistheather, S. 118: „Eben an dem Punkt, an dem das Gedenken in nationalen Gedenkfeiern umgemünzt wird, werden Juden gebraucht – die toten Juden und die lebendigen Körper von Juden“.

[xiii] Weizäcker’in konuşmasındaki bahsedilen bölüm: “Würden wie unserersetis vergessen wollen, was geschehen ist, anstatt uns zu erinnern, dann wäre dies nicht nur unmenschlich. Sondern wir würden damit dem Glauben der überlebenden Juden zu nahe treten, und wir würden den Ansatz zur Versöhnung zerstören.”

Kategori:Aktüel, Analiz

SON HABERLER

TÜİK'e göre mayısta tüketici güven endeksi yükseldi

Türkiye İstatistik Kurumu’na (TÜİK) mayısta tüketici güven endeksi aylık bazda yüzde 1,1 artarak 84,8 oldu.

Borsa güne nasıl başladı? – 20 Mayıs 2025

Borsa İstanbul’da BIST 100 endeksi, haftaya yatay seyirle 9.666,18 puandan başladı.

Trump, yapay zekayla üretilen cinsel içerikleri engellemek için yasa tasarısı imzaladı

ABD Başkanı Donald Trump, internette yapay zekayla üretilen cinsel içerikleri engellemek için ‘İnternetten Kaldır Yasası’ tasarısını imzaladı.

Eğilmez'e göre enflasyondan yolsuzluğa pek çok sorunun nedeni: Kentsel rant

Ekonomist Mahfi Eğilmez, “Türkiye’de günümüzde en yaygın rastlanan rant çeşidi rant arayışı ve kentsel ranttır. Enflasyondan yolsuzluklara kadar uzanan pek çok ekonomik ve sosyal sorunun altında yatan nedenlerden birisi de budur” dedi.

Avustralya'yı bir uçtan uca koşan İngiliz dünya rekoru kırdı

Avustralya’yı bir uçtan bir uca koşarak geçen İngiliz ultra maratoncu William Goodge, dünya rekoru kırdı.

İstanbul Boğazı'nda sürüklenen gemi kıyıya metreler kala durdu
AKP asgari ücrette rakam vermedi, 'tarif etti': İnsani seviyede olacak

Ara

DİKEN’İ TAKİP EDİN

Osman Kavala 2 bin 758 gündür hapiste

YAZARLAR

Bir uyanışın tarihi: 19 Mayıs

Psk. Dr. Feyza Bayraktar

Elinden çıkanı kulağın duysun

Mustafa Dağıstanlı

Ali Özgentürk için: Böyle mi olmalıydı!

Ayhan Tinin

Çocuk, sınırsızlıkta değil, sınırda büyür

Psk. Dr. Feyza Bayraktar

Yazalım da ne yazalım nasıl yazalım!

Murat Sevinç

Senyör Amicis'in gazına geldim 

Behzat Şahin

Özel, İmamoğlu ve Yavaş'ın 'özenli' açıklamaları üzerine…

Murat Sevinç

GÜNÜN 11’İ

Elif Çakır: 'Allah aşkına neden Türkiye'nin yolsuzluk belası'ndan kurtulması için niye iki çift laf edilmiyor?

Erdal Sağlam: 'Gençlik açısından hiç bu kadar kabus bir dönem yaşanmamıştı' diyebiliriz

Fikret Başkaya: Bizde diplomalılara 'aydın' deniyor…

Mithat Fabian Sözmen: Bir kez daha har vurup harman savrulan bir yaz transfer dönemi izleyeceğiz

Esfender Korkmaz: 2024, Türkiye'de rekor sayıda konkordato başvurusunun yaşandığı bir yıl oldu

Şeref Oğuz: Bodrum'da belediyecilik zor

Nevşin Mengü: Milyonlar harcanan gazeteler okunmuyor, o nedenle kendilerine bir trol ordusu kurmak zorunda kaldılar

Murat Ağırel: Gazetecilere iftiralar atılıyor, itibarsızlaştırma kampanyası büyütülüyor

Özge Güneş: Barınma hakkı ile rant politikaları aynı zeminde ama birbirine zıt yönlerde ilerliyor

Ali Eyüboğlu: Yapay zekanın Eurovision'da üçüncü sıraya yerleştirdiği Avusturya birinci oldu

Murat Belge: Ana muhalefet partisine 'terörist' demenin amacı ne olabilir?

  • 9 SORUDA
  • YAZARLAR
  • AKTÜEL
  • ANALİZ
  • DİKEN ÖZEL
  • DİKEN'E TAKILANLAR
  • DÜNYA
  • EKONOMİ
  • KEYİF
  • MEDYA
  • POPÜLER BİLİM
  • SANAT
  • BU GAZETE…
  • DİKEN 10 YAŞINDA
  • Künye
  • İletişim
  • Gizlilik ilkeleri
  • Çerez politikası

"Genç gazeteci arkadaşlarıma! Bu meslek yorucu bir meslektir. Ama, insan büyük bir zevkle çalışır. Kalemine daima efendi kal, uşak olmamaya gayret et. Mecbur kalırsan kır, sakın satma." Sedat Simavi

×