
ELVAN UYSAL BOTTONİ
elvanuysal@hotmail.com
NTV radyo’da Zeynepgül Alp’le bal tadımını konuştuk. Konuşmamızın başında Zeynepgül Alp, “Bizler sizler kadar anlayamayız” merkezli bir cümle kurdu.
Herkesin her şeyden anladığı, kimsenin bir şeyden anlamadığı lezzet alemi üzerine, bir taraf olarak yazma mecburiyeti hissettim. Bu yazı, önümüzdeki haftalarda yazacağım tadım serisinin habercisidir…
Feuerbach, “İnsan ne yerse odur” dediğinde doğru beslenmenin vücut ve akıl sağlıyla ilişkisini vurguluyordu. Günümüzde bu önermenin doğruluğu bilimsel olarak kanıtlanmış durumda. Yemek pişirmeyi öğrenmenin insan beynindeki farkı yaratan öğelerden biri olduğu da tartışılıyor.
Yoksul ile zengin arasındaki farkın tüm teknolojik gelişim ve sanayileşmeye rağmen giderilemediği günümüzde, beslenme çok daha karmaşık bir mesele. Yapı taşlarından biri hayatlarımızın senaryolaşması…
Teknolojinin bugün bizi getirdiği noktada, sosyal medya hesaplarımız üzerinden hepimiz doğrudan kendi hayatlarımızı senaryolaştırıyoruz. Fransız düşünür Baudrillard’ın hipergerçeklik kavramının tek gerçeğimiz olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Baudrillard, bunu kopyasının aslına / orijinaline gönderme yapmadığı / benzemediği, simüle edilmiş / yaratılmış gerçekliğin aslının yerini alması olarak tanımlar. Yaratılan gerçeklik aslının bir aynası değil, aslının yerine geçen bir gerçekliktir.
Bunun tadımla ne alakası var? Bunun attığımız her adım, aldığımız her nefesle alakası var ve bilincinde olmadığımız sürece simüle edilmiş bir aslının kötü bir kopyası bile olmayan bir evren içinde dalgalanmaya mecburuz. Günün sonunda her şey Matrix filmindeki ‘Kırmızı hap mı, mavi hap mı?’ sorusuyla alakalı….
Bir şov olarak mutfak
Mutfak, insanlık tarihi boyunca kendine özgü ritüeli olan bir sahne olsa da günümüzde sahnenin ta kendisi olmuş halde. Aslına gönderme yapmayan, mutfakmış gibi çekilmiş sahnelerde yapılan yemekleri izlemek normalimiz. Master chef programları, mutfak realite programları klasik anlamda bir senaryo üzerinden yürüyen hikayeleriyle kurguyu geride bırakıyor reyting yarışında. Televizyonun kendine özgü şefleri var. İlla da bir mutfakta yemek yapmalarına dahi gerek yok. İş tanımı, kamera karşısında kimin yiyeceği belli olmayan, birilerini doyurma amacına hizmet etmeyen yemekleri pişirmek olan şefler bunlar. Balık fileto etmeyi bile bilmeseler de sorun yok. Zaten ekranın diğer tarafındaki izleyicinin vurgusu orada değil. Bir işin nasıl yapıldığını öğrendiğiniz değil, arenada parmağınızı yukarı ya da aşağı çevirip şovun parçası olduğunuz, aslına gönderme yapmayan mutfak eylemleri bunlar…
Yemek yapmayı bilmeyen, bahsettikleri ürünler hakkında fikir sahibi olmayan, sırf o kare içinde söylemiş oldukları için sözleri gerçeğin yerini alan şefler… Aslı tanımlanmamış, sabitlenmemiş geleneksel mutfaklar konusunda giriştikleri maceralarla zaten tanınmayan geleneksel yemekleri aslından iyice uzaklaştıran girişimlerle dolu programlar…
İzlemezsin olur biter! Doğru ama bu dünyada tek başına yaşamıyoruz. O programların yarattığı sorunlu algı, hepimizin yaşadığı dünya içinde bir yankıya sahip. Alışkanlıklarımıza, tüketime, üretime etkisi olan, “İzlemezsin olur biter” denecek bir dünya değil burası. Globaliz.
Yemek yapmak, yedirmek tarih boyunca karın doyurmanın dışında şefkat ve saygı aktarmanın, mutlulukta sevincin, üzüntüde yasın, zor günde dayanışmanın göstergesi oldu insanlık için her zaman… Yemeğin ekranda şova dönüşmesi, yenmeyecek yemeklerin dikizcisi oluşumuz ise yepyeni. Ve sonuçları var.
Influencer’ını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim…
Sergio Leone, ikon oyuncusu Clint Eastwood’un ‘şapkalı ve şapkasız’ iki hali olduğunu söyler. Eastwood rol yapmaz; ya şapkalıdır ya şapkasız. Yemek söz konusu olduğunda da insanlığın iki hali var sanki. Anlayanlar ve anlayamayanlar. Bir tarafta istiridyenin yanında hangi şarabın içileceğini bilenler, diğer tarafta bilmeyenler. Bir tarafta zeytinyağının nasıl olması gerektiğini bilenler, diğer tarafta bilmeyenler. Kahvesinden yoğurduna, bu liste uzar gider. Artık her şeyden anlayan influencer’lar var. Bir yere çağırılıyorlar… Çağırıldıkları yerin basın danışmanı bir brief veriyor ya da özenli bir sofra başında ne istiyorlarsa anlatıyorlar. Birkaç dakika sonra bilirkişimiz kamera karşısında duyduklarını aktarıyor ve “Anlattım oldu” oluyor. O ürünü kendi amacına hizmet edecek şekilde anlatan basın danışmanı ya da üreticiyi sorgulayacak uzmanlığa veya eleştirel bakışa gerek yok. Zaten arkadaş meclisi kıvamında bir ortamda bir şey anlatılmış, sen de onu takipçilerine iletiyorsun ve sonraki maceraya geçiliyor hep birlikte.
Bilirkişi tüketicinin üzerinden yediğinin farkında olma sorumluluğunu alıyor, kendine düşen sorumluluğu ise zaten almıyor. Elimizde nurtopu gibi içi boş konuşma baloncuklarıyla hayatımıza devam ediyoruz. Sonra masaya oturacağımızda ilk iş “Ben şaraptan, ondan bundan anlamam” diyen insanlar…
Neyse ki bizim yerimize şaraptan ve her şeyden anlayan birileri var da menüye bakılıyor, ‘anlayan’ arkadaşlar ne demiş, 40 puanla herkesin ödül aldığı yarışmalardan hangi madalyalarla dönmüş gibi veriler sayesinde ‘seçim’ yapabiliyoruz. Bingo. Pazar memnun, alan memnun. Hakikat, zaten yakında sözlüklerden kalkacak bir kavram. Bilir insanlardan biri, “Zeytinyağının iyisi öksürtür” demiş. Tadarken kazara genzimize kaçan her zeytinyağını iyi addediyoruz ama bir ehemmiyeti yok.
Kırmızı hap mı mavi hap mı?
Yıllar önce, henüz sosyal medya yokken yaptığım söyleşide iki Michelin yıldızlı şef Ciccio Sultano, “Buraya gelen insan bir Prada çanta fiyatında hesap ödüyor. Prada çantayı koluna takıp dolaşabiliyor ama burada yediği yemeği takıp dolaşamaz. Benim sadece yemek değil, bir yaşam tecrübesi sunabilmem gerekiyor” demişti. Ustanın bu sözleri, o gün beni çok vurmuştu. Günümüzde daha farklı şekillerde vurmaya devam ediyor. Artık yediğiniz yemeği Prada çanta gibi kolunuza takıp dolaşabiliyorsunuz. Dolayısıyla bir surplus olarak tecrübe, denklemden çıkmış durumda. Aksine bir zamanlar bizde saklı tecrübe, anlatabildiğiniz ya da gösterebildiğiniz kadar var. Instagram köşeleri olan restoranların olduğu bir dünyada yaşıyoruz artık. Birilerinin bir şeyleri ne kadar iyi bildiği bize hissettirilerek ne kadar bir şeyden anlamadığımız anlatılıyor sürekli. Tüketici olarak iğdiş ediliyoruz.
Bir yandan da yediğimiz her şeyin ‘fevkaledenin fevkinde’ olması beklentisi yaratılıyor. Tüm domateslerin aynı boyda olduğu, kenarı yumuşamış domatesin asla tezgahı göremediği, domatesin domates dışında her şey olduğu Japonyamsı bir dünya. Çürük yüzü görmemiş ürünlerle içinde hammaddesinden eser taşımayan süper işlenmiş ürünlerin aynı kulvarda koştuğu akıl almaz bir pazar…
Satın aldığımız kaç beyaz peynirin içinde gerçekten süt var?
Glutensiz diye yediğimiz nohut cipslerinde nohut yerine suyunun kullanıldığından haberdar mıyız?
Asla bozulmayan, kıvamını her daim koruyan, dapdatlı yoğurtlarımızı anneanelerimiz neden böyle yapamıyordu?
Günlük hayatımızda kullandığımız her şeyin içi boşaltılırken çiğ köftenin neden hayatına etsiz devam ettiğinin ardında yatan ekonomik, politik, kültürel nedenleri sorgulamadan ‘fevkaledenin fevki’ni bulma derdindeyiz. Mükemmel bir tadın peşinde koşarken günlük lezzetlerin uğradığı erozyonu görmüyoruz. İşte burası günlük yaşamlarımızın senaryoya dönüştüğü, gerçeğin aslıyla hiçbir ilişkisinin kalmadığı yer. Sirenlerin şarkısına karşı kendimizi bağlayacağımız ip, burnumuz ve dilimiz. Yani insan denilen muhteşem makinanın fabrika ayarlarına dönmek. Tat ve koku duyumuza güvenip bize bu algılar mağarasında doğru yolu göstereceklerine inanmak.
Tadım dediğimiz şeyi, günümüzde üzerine giydirilen hedonist deli gömleğini yırtıp gerçek kullanım alanına yönlendirmemiz gerekiyor. Toplayıcı-avcı atalarımızın hayatta kalmak için en çok kullandığı duyularını olması gerektiği gibi kullanmamız yeterli. Profesyonel tadım bir iş, bir meslek. Bambaşka amaçlara hizmet ediyor. Hepimizin burnu ve damağı hayatta kalmamızı sağlayacak fizyolojik özelliklere sahip. Bu bir şeyi tadan herkesin tadımcı olabileceği anlamına gelmiyor.
Önümüzdeki haftalarda tadımcı tecrübem üzerinden bazı ürünlerin değerlendirilme teknik ve kriterlerinden bahsedeceğim. Günlük hayatımızda yapacağımız ufacık antrenmanlarla, burun ve dilimizin neden anatomimizin bir parçası olduğunu hatırlayarak büyük fark yaratabiliriz.
Bırakalım, şov şov olarak devam etsin. İçinde, bilinçli tüketiciler olarak kalabilme sorumluluğumuzu kabul ettiğimiz sürece…