
BAHADIR KAYNAK
@bahadirkaynak
Duvar deyince insanın aklına ister istemez birkaç yıl önce herkesi ekrana kilitleyen Taht Oyunları serisi ve orada medeni toplumları vahşilerden ayıran o meşhur set geliyor. Duvarın kuzeyinde, bir kenara itilmiş vahşi kitleler birbirini yerken Westeros halkları yalıtılmış, güvenli hayatlarına devam ediyordu. Hala seyretmeyen kaldıysa onlar için tadını kaçırmak istemem ama fiziksel engellerin sonsuza kadar koruma sağlamadığını da dizinin ilerleyen bölümlerinde gördük.
Suriye sınırı boyunca diktiğimiz duvar da benzer bir ihtiyaca cevap veriyor. Hiç de istediğimiz gibi gitmeyen Suriye krizinin kapımızın önüne yığdığı devasa sorunları o duvarın arkasına süpürüp hayatımızı sürdürmeye çalışıyoruz. Doğrudur; iç savaştan kaçan milyonlar ülkemize sığındı ve gündemdeki en öncelikli meselelerden biri hala mülteciler. Fakat daha da fazlası duvarın ötesinde, sınırımızın dibinde duruyor. Ve biz sadece ülkedeki sığınmacıların değil, sınırın öte tarafında yığılmış kitlelerin de daha fazla bize yük olmadan kaybolup gitmesini istiyoruz.
Bu derdi başımıza açan maceracı dış politikalara söylenip Cumhuriyet’in nasıl Ortadoğu’ya, Arapların iç meselelerine dahil olmaktan kaçındığı efsanesini birbirimize tekrar edip duruyoruz. Muhalefet seçimi kazandıktan sonra Şam’la görüşerek bu meseleyi şipşak halledeceğini anlatıyor; bazı radikal siyasetçiler bütün kötülüklerin sebebi olarak sığınmacıları toplumun önüne atıyor. Neticede, tıpkı Westeroslular gibi duvarın ötesindeki sorun yumağının zaten zor hayatlarımızı daha da güç hale getirmemesini istiyor, yabanilerin gözümüzden uzakta kalmasını umuyoruz.
Heyhat, Taht Oyunları’nı seyredenlerin bildiği gibi duvarın ötesinde büyüyen problemler günün birinde gelip konforlu hayatlarımıza alt üst ediveriyor. Geçen hafta sınırın öte tarafında, Türkiye’nin kontrol ettiği alanlarda endişe verici gelişmeler yaşandı. İdlib’de hâkim durumda olan Heyet Tahrir el-Şam’ın (HTŞ) Afrin’e girdiği ve hatta daha sonra Azez’e doğru da ilerlediği haberleri geldi. Sonunda Suriye Milli Ordusu (SMO) içerisindeki farklı grupların birbiriyle mücadele ettiği ve HTŞ’nin bir biçimde taraflardan biri lehine çatışmaya dahil olduğu anlaşıldı.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin etkin olduğu bir bölgede böyle bir hareket açıklanmaya muhtaç. Ayrıca Rusya’nın da HTŞ’nin Fırat Kalkanı bölgesine ilerlemesi üzerine bombardımana başlaması, bölgedeki asıl muhatabımızın çizdiği sınırları göstermesi bakımından önemli. Fırat Kalkanı harekâtında da, ardında Afrin’de ve Barış Pınarı’nda Türkiye’nin ilerleyebileceği alanın sınırlarını çizen Ruslar, HTŞ’nin İdlib dışına doğru taşan etkinliğine sıcak bakmadığını hal diliyle anlatmış oldu.
HTŞ’nin Türkiye tarafından da terörist bir örgüt olarak sınıflandırılması konunun tartışılmasını hassas bir hale getiriyor. Herhalde BM’nin bu aktörü terör örgütleri listesine koymasının bunda bir etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte HTŞ’nin İdlib’de Türkiye’nin kontrol ettiği bölgelerde en büyük güç olduğunu da tespit etmek gerekir. Örgütün terörist olarak nitelendirilmesi üzerinden bir eleştiri getirecek değilim. Açıkçası Suriye iç savaşı patlak verdiğinden beri ‘terör örgütü‘ sınıflandırmasının sadece tarafların politik hedefleri doğrultusunda yapıldığı, kimin terörist, kimin meşru bir siyasi aktör olduğuna dair objektif bir değerlendirme olmadığını düşünüyorum. Aynı oyunu Ankara da oynuyor. Siyaseten karşısına aldığı grupları terörist olarak tanımlayıp diğerlerini muhatap olarak kabul ediyor. Bölgede aktif haldeki grupların fonksiyonel olarak birbirinden çok fazla farkı olmadığını, her birinin bu can pazarında ayakta kalmaya çalışan, bunun için de silah kullanan, değişken ittifak ilişkileri kuran oyuncular olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. İdeolojik pozisyonlarında bazı ufak farklılıklar olsa bile oradaki toplumsal yapının ve savaş koşullarının ne tür örgütlerin yeşermesine elverişli olduğunu tahmin edebiliyoruz. ‘Radikal-ılımlı’ tasnifini objektif olarak yapmak o bakımdan kolay değil.
Öyleyse geçen hafta patlak veren olayları katı ‘terör(ist)‘ tanımlamalarına takılmadan anlamaya çalışalım. Türkiye sınırına dayanmış, kırılgan bir siyasi konumu savunan farklı örgütlerin hayatta kalma mücadelesi verdiği çok açık. Hele son aylarda Türkiye’de en yetkili ağızlardan Suriye’yle görüşülebileceğine dair açıklamaların da ortalığa saçılması bölgedeki tedirginliği artırmış olmalı.
Buna ek olarak ekonomik açıdan çoğu tek başına ayakta duramayacak grupların bir rant kavgası da kaçınılmaz hale geliyor. Savaşın başlarında Suriye muhalefetinin kafasında bugünkü gibi Türkiye sınırına sırtı dayanmış bir biçimde kaderlerini beklemek yoktu. Şam’a yürüyüp rejimi devirmek ve kendi iktidarlarını kurmayı hayal ediyorlardı. Bugünkü durum bütünüyle Rusya-Suriye güçlerince ezilmekten daha iyiyse de sürdürülmesi güç bir hale işaret ediyor. Türkiye’nin doğrudan desteğiyle ve belirli ekonomik rantların üzerine oturarak hem gündelik hayatın sürdürülmesine hem de askeri gücün korunmasına çalışılıyor. Herkese yetecek kaynağın olmaması, muhalefetin farklı örgütlerin, farklı önceliklerin çeliştiği dağınık hali sorunun temelinde yatıyor.
HTŞ’nin Afrin’e yürümesini en iyimser senaryoyla açıklasak, yani böylelikle Ankara’nın önceliklerine dikkat etmeyen, uslu durmayan örgütlerin cezalandırıldığını ve yola getirildiğini söylesek bile ortaya iç açıcı bir tablo çıkmıyor. Türkiye’nin kontrolündeki bölgelerde çok başlı bir yapının olduğunu ve ancak bunların birbiriyle dengelenmesi suretiyle Ankara’nın politik hedeflerini kabul ettirdiğini söyleyebiliriz. Bu, Türkiye’nin siyasi manevra alanının dar olduğuna, Rusya’nın de iteklemesiyle Şam’la masaya oturulması halinde bile istediklerini sahadaki unsurlara kabul ettirmekte güçlük çekeceğini gösteriyor.
Sahadaki silahlı gücü oluşturan, belirli ekonomik kaynaklara hükmeden örgütlerin yeri geldiğinde Ankara’nın yönlendirmesiyle yıllardır savaştığı rejimle el sıkışmasındaki güçlük görülüyor olmalı. Böyle bir anlaşmadan rahatsız olacak küresel ve bölgesel güçlerin de bu parçalı yapıyı, çıkar farklılaşmasını kullanarak nihai bir anlaşmaya taş koymak isteyeceğini varsayabiliriz.
Ya da belki de Şam’la görüşmelerden bahsederken iktidarın kafasındaki belirli miktarda sığınmacının geri dönmesine imkân verecek, buna karşılık rejimin ve Rusya’nın talebi Lazkiye otoyolunun açılmasına yönelik sınırlı bir pazarlık. Seçim gündemi her şeyin üzerinde olduğuna göre sığınmacılar konusunda seçmene gösterecek bir adıma yönelik bir ara yol aranıyor olabilir. Bu da HTŞ’nin mevzi değiştirmesini gerektiren lokal bir operasyonla halledilebilir.
Durum her neyse, MİT müsteşarının Suriyeli mevkidaşıyla neler konuştuğunu bilemediğimizden sahadaki gelişmeler sonucunda kafalar netleşecek. Öte yandan daha kapsamlı bir çözümden, Suriye’nin nihai statüsüne ilişkin bir anlaşmadan bahsediyorsak yine geçen haftaki hengâme işin zorluğunu bir kez daha ortaya koydu. Duvarın ötesindeki o çatışmalı dünya nasıl bizim tüylerimizi diken diken ediyorsa, Suriye’nin de Moskova’nın da aynı hatta daha sert bir bakışa sahip olduğunu varsayabiliriz. Sadece geçen hafta güç gösterisi yapan HTŞ değil, SMO’ya bağlı unsurlar da muhataplarımızın kolay kolay kabulleneceği aktörler değil. Keza muhalefetin de nihai bir Ankara-Şam anlaşmasıyla kapının önüne konma endişesi taşıdıklarını biliyoruz.
Suriye krizinin ve büyük ölçüde onun bir uzantısı olan sığınmacı krizinin toplumda bıkkınlık ve tepki yarattığı malum. Seçime giderken muhalefetin buradan bir cephe açacağı, iktidarın da hızlı birkaç çözüm getirmeye çalışacağını bekleyebiliriz. Ama fiziksel olarak da zihinlerimizde de bir duvar örerek kendimizden uzaklaştırdığımız bu sorun kolay kolay ortadan kalkmayacak. Belli ekonomik maliyetlerine rağmen mevcut durum alternatif senaryolardan daha iyi olabilir. Duvarın ötesinde biriken enerji, günün birinde engelleri aşıp geri tepebilir. Taht Oyunları’nın izleyicileri güçlü bir dalgaya hiçbir duvarın dayanamayacağını bilir.