
MURAT SEVİNÇ
Mehmet Cemil Sancar’ın anısına…
‘Bir şehri, şehir yapan nedir?’ diye sorulsa sayacaklarımız ile ‘Bir şehri bizim şehrimiz haline getiren nedir?’ sorusunda hatırlayacaklarımız arasındaki fark, herhalde hayatımızın önemlice bir kesitini oluşturur. Bir düşünelim, bugün, bir daha hiç görmemecesine terk etsek yaşadığımız yeri, yıllar sonra ne kalır aklımızda, hangi yüzler, hangi mekânlar, hangi kaldırım, hangi vitrin, hangi telaş, hangi tat, hangi köşe başı, hangi kavga, hangi bakış… Neden onlar kalır, bir başkası değil. Ve aklımızdaki her neyse, başka bir yerde yaşasaydık yine kalır mıydı?
Sürekli ya da geçici yaşadığım, bazısını muhtemelen bir daha hiç görmeyeceğim yerlerden hatırladıklarım var. Biri bir insanla, diğeri kimsesiz takılıp kalmış zihnimin bir köşesine. Eğer şehir üzerine konuşuyorsak, bir şehri, onunla paylaştığımız anılar bir yana herkes için değerli hale getiren yerler, köşe başları, yapılar ve insanlarla anarız. Hikâyesi bilinmesi ve hep o mekanla anılması gerekenlerle.
İnsanın, yaşadığı yerin geçmişiyle ilgili fikir sahibi olması önemli. Geçtiğimiz yıl Nilay Örnek’in apartman hikâyelerini keşfetmiştim. Ankara’da Solfasol Gazetesi şehrin hafızasını oluşturuyor yıllardır. Murat Belge’nin, Orhan Pamuk’un, Hagop Baronyan ve Mario Levi’nin İstanbul yazılarından epey öğrenmiştim. İstanbul hakkında çok çalışma var tabii ve çoğunu okumadım henüz. Merak ettiğim, bizim için değerli yer ve insanlar, başkaca kimler tarafından bir ömür hatırlanacak. Yalnızca insan da değil, hayvanlar ve bitkiler. Beyazıt’taki o güzel çınar ağacı, gibi. Ya da Moda’da bir köşeyi bekleyen köpek heykeli (Tarçın). O heykeli her görüşümde, akıl edene duacı oluyorum.
Fatih’te doğmuşum, hep yakın ilişkim oldu o semtle. Fakat Fatih’in, ne doğduğum, ne komşularımızın yaşadığı yer olarak izi var bende; ilk aklıma gelen, her zaman amcam Hasan’ın altmış küsur yıldır dikiş diktiği, ara sokaktaki sekiz-on metrekarelik dükkanı oluyor. Bir insanın, yaşamının neredeyse tamamını dikiş dikerek geçirdiği, o küçücük dükkân. Ya da diyelim, 1960’lardan bugüne Mülkiye’de kahve yapan Recep Amca’nın o koridorlardaki varlığı. Arka bahçede Osman Abi, ana binada Recep Amca. Yanlış hatırlamıyorsam, bir hocanın dersine de girmişti Recep Amca. Mülkiye’nin son altmış yılı, biraz da Recep Amca demek aslına bakılırsa. Unutmadan, örneğin emeklilerimiz Muhittin Bey, Tünay Hanım, rahmetli Rıza Bey. İki yıl önceki Mülkiye Büyük Ödülü Muhittin (Tuncer) Abi’ye verildi, sizce de çok hoş ve doğru bir tercih değil mi. Bu arada, hemşeri olduğumuz için, cezvede artan kahveyi benim fincana dökerek torpil yapıyordu Recep Amca, itiraf etmeliyim. Allah sağlık versin, çok emeği vardır tadımız tuzumuzda.
Son yıllarda İstanbul’da müdavimi olduğum bir-iki yer var, Sirkeci’de Kral Kokoreç, Kapalıçarşı Beyazıt girişinde Day Day pastanesi, Kadıköy’de bir tostçu ve lahmacuncu… Evden çıktığımda ayaklarım kontrol edilemez biçimde buralara götürüyor beni. Özellikle Day Day, İstanbul Üniversitesi’nde bir hoca arkadaşım (evet, profesör arkadaşlarım var) öğretti yerini, o gün bugündür kendimi alamıyorum, bir an önce ‘karşı yakaya geçme’ isteği uyandırıyor bende, keşke birileri gidip söyleşi yapsa o insanlarla. Çok da efendi, iyi esnaf, bir geleneğin temsilcisi. Bana kalırsa ulusal mirasın parçası bu insanlar, onların yaptığı iş, dükkanları, vitrinleri. Bu mekanlar kapanırsa, bir gün kaybolup giderse -ki öyle oluyor- ülke ve sonraki kuşaklara çok yazık.
Zamanla her şey gibi şehirler de değişir değişmesine, ancak bu kadar hoyratlık ve değer bilmezlik herhalde biraz bize, değerli hiçbir şeyi ‘muhafaza etmemeye’ yeminli riyakâr muhafazakârlığımıza özgü. Ankara’nın benim tanık olduğum yıllarında, metro ağı dışında hiçbir şey yapılmasa, tek çivi dahi çakılmasaydı bugünkünden daha güzel bir şehir olarak kalırdı. Hafızayı özenle yok edip şehri çirkinleştirdiler ki, Allah muhafaza, çoluk çocuğun estetik duygusu gelişmesin, yolda rahat yürünmesin, şehir bir şehir olmaktan çıkıp otoyola dönüşsün.
1988’de Ankara Cebeci’ye gittiğimde, Figen Pastanesi, Cihan Lokantası ve Cankatan Büfe, herkesin bildiği, sevdiği yerlerdi. Cihan kapandı. Diğer ikisi duruyor.

Cankatan Büfe’nin yeri, benim için çok ayrı. Fakültede çalıştığım yıllarda bazen öğlen, genellikle akşam yemeklerimi yediğim, sipariş ettiğim Cankatan. Baba oğul, Mehmet Bey ve Ali. Bir de Ankara ayazına meydan okuyan acar delikanlılar. Bana kalırsa, dünyanın en güzel büfesi ve büfecileri. ‘Değil’ diyorsanız, buyurun kanıtlayın. Yaptıklarının lezzeti bir yana, iyi ve güler yüzlü insanlar, arkadaşlar. Cebeci’deki sıradan kaldırım kenarını bunca yıl insana mutluluk veren bir mekân haline getirmek herkesin harcı değil.
İki yıl sonra ilk kez gidebildim Ankara’ya, Mülkiyeliler Birliği’nin bir toplantısı için. Ne yapıp edip Cankatan’a uğramalıydım, bir fırsat yaratıp yarım saatliğine gittim, Osman abi de katıldı bize. Ali çıktı içeriden, her zamanki güler yüzüyle konuşmaya başladı, “Baban nasıl, gelmedi mi bugün?” diye sorunca, “Kaybettik” dedi. Öylece oturup kaldık. Mehmet Bey’in rahatsızlıkları vardı, Aralıkta vefat etmiş. Güzel yüzlü, iyi kalpli Mehmet Bey, sessiz sedasız göçüp gitmiş.
Kimdir, dünyanın en güzel büfecisi Mehmet Cemil Sancar?

1955 doğumlu. Siirt/Aydınlar-Tillo’da dünyaya gelmiş. Ailenin ikinci çocuğu. Babası Ahmet, 1962’ye dek Siirt ve Van’ın Özalp ilçesinde ticaret ile uğraşırmış. Ardından Ankara’ya yerleşmeye karar vermişler. Ankara’da, işletmesi amca çocuğuna ait Can Baba Piknik’te birlikte çalışmaya başlamışlar. Bu esnada ailesi Siirt’te. Sonunda Ahmet Sancar ailesini de yanına aldırmaya karar vermiş ve annesiyle birlikte yedi kardeş Ankara’ya göçmüş. 1966 yılında Ahmet Sancar Mülkiye’nin karşısında Cankatan Piknik’i açınca, Mehmet Bey babasıyla çalışmaya başlamış. Hem işi hem işletme sürecini öğrenerek babasına destek olurken, bir yandan da meslek (kalfalık, ustalık) belgelerini almak için akşam sanat okuluna gidermiş. 1975 yılında askerlik. Sonrası, babasıyla birlikte Cankatan. Askerden sonra Meryem Hanım’la evlenmiş, dört çocukları olmuş. 2009 yılında babası Ahmet Sancar vefat edince Cankatan’ı önce tek başına, ardından, eğitimini tamamlayan oğlu Mehmet Ali Sancar, yani bizim Ali ile çalıştırmaya devam ederler. 8 Aralık 2021’e dek. Şimdi Ali tek başına omuzluyor Cankatan’ı. Omuzlayacak.
Üniversiteden atıldıktan sonra, Gazete Duvar’a yazmıştım Cankatan’ın benim için ne anlama geldiğini. Doğrudur, Mehmet Bey dünyanın en güzel büfecisidir ama yalnızca çok lezzetli tost-sandviç yaptığı için değil, başkaca hasletleri nedeniyle de. Duvar’daki yazıda anlattığımı tekrar edeyim ki siz de bilin Mehmet Bey’i ve nezaketini.

Atıldıktan birkaç gün sonra odamı yavaş yavaş toparlarken, bir akşam Cankatan’ı arayıp bir şeyler sipariş ettim. Delikanlı elinde torbayla geldi, cüzdanımı açtım, “Hocam para almıyoruz,” dedi, zorlamama karşın kabul etmedi, öyle talimat gelmiş Mehmet Bey ve Ali’den, moral tostuymuş. Kimi meslektaşımızın okula uğramaya çekindiği, olağan koşullarda mangalda kül bırakmayanların burnunu odasından çıkarmadığı günlerden söz ediyorum.
Bir-iki ay geçmişti KHK üzerinden, yolum Ankara’ya düştü, uğrayıp eşi dostu görmek istedim. Atılanların kampüse sokulmadığını öğrendim. Şaşırmadım. Cankatan’a oturup arkadaşları haberdar ettim, orada görüştük. Uzun sohbet ve misafir ağırlamaların ardından, veda zamanı gelince baba-oğul kapıya çıkıp uğurladı. Mehmet Bey, elini önce başına sonra kalbine götürüp “Siz buradasınız, eviniz sayın, her zaman bekleriz,” dedi. Yalnızca bir ‘piknik’ değil Cankatan, anlayacağınız. Sonrasında ne zaman uğrasam, Mehmet Bey, yakında döneceğimizi, hep birlikte sevineceğimizi söyledi güler yüzle. Ezcümle, akademiyi bilmem de, Cankatan biat etmedi.

İşte o kalp durmuş 8 Aralık günü. Bir gün döner miyiz dönmez miyiz bilmem, her ne olursa olsun Cankatan’ın oradaki varlığı umut ve mutluluk verici. Şimdi oğlu Ali sürdürüyor işi. Mehmet Bey çok iyi insandı. Cebeci’den gelip geçti, insanın ve şehrin hafızasına çoğumuzdan derin ve güzel izler bırakarak. Siz de unutmayın Mehmet Cemil Sancar’ı.
Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun…
Okuma önerisi: Boğaziçi hocalarının ‘Bir ‘Hukuk(suzluk)’ Fakültesi nasıl kuruluyor?’ başlıklı yazısını okumanızı öneririm.