MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
mustdagistanli@gmail.com
Türkiye akarsularının denetimini denetim tanımaksızın elinde tutan DSİ hiçbir işi doğru yapmıyor. Tuz gölünde ölen flamingolar bunun bir göstergesi, Rize’deki sellerde altı kişinin ölmesi, milyonlarca liralık hasar oluşması da. Şimdi konumuz, sellerle taşkınlar.
Can kayıplarından, maddi zararlardan sorumlu birileri olmalı. Kim bu sorumlu? Birinci derecede, DSİ. DSİ’nin bu kayıplara yanlış uygulamalarıyla nasıl sebep olduğunu daha önce şurada anlatmaya çalışmıştım: DSİ denen çağdışı kalmış canavar.
Şimdi meselenin başka bir tarafına bakalım. Artık hepimiz öğrendik, yandaş gazeteciler bile öğrendi, dere yataklarına kurulan şehirler, mahalleler, yapılar ölüm getiriyor, hasar getiriyor, zarar getiriyor. Peki, bunlardan niye DSİ’yi sorumlu tutuyorum da Şehircilik Bakanlığı’nı, belediyeleri, yurttaşları sorumlu tutmuyorum? Kuşkusuz onlar da sorumlu, ama ikinci derecede. Sizi Taşkın Sulara ve Su Baskınlarına Karşı Korunma Kanunu‘na davet ediyorum:
Madde 1, akarsuların taşmasıyla su altında kalan veya su baskınlarına uğrayabilecek olan alanların sınırlarının Cumhurbaşkanı kararıyla saptanıp ilan edileceğini söylüyor.
Madde 2 ise bu sahaların sınırları içinde suların akmasına engel olan bina ve tesislerin istimlak edileceğine; fidan, ağaç ve asmalıklarla bent ve savakların da bedelleri sahiplerine peşinen ödendikten sonra kaldırılacağına ya da yıkılacağına, ama bu alanlar sahiplerince kullanılamaz duruma gelirse yine istimlak edileceğine hükmediyor.
Peki, dere yataklarına kurulan evler, fabrikalar, okullar, mahalleler ‘suların akmasına engel olan bina ve tesisler’ değil mi? Bunları istimlak etmek bir yana, yenileri yapıldıkça yapılıyor. (Fidanlıklara, bağlara, bahçelere biraz sonra geleceğim.)
Bu durumda karşımızda iki seçenek var: Ya Cumhurbaşkanı bu alanları layıkıyla saptayamadı ya da DSİ bu saptanmış alanları dikkate ve ciddiye almadı. Cumhurbaşkanı’nın hangi alanları riskli olarak saptadığını bilemiyoruz. Çünkü, ta 2013’te ‘taşkın risk haritaları’ oluşturma kararı alınmış olsa da bu haritalara ulaşma şansımız yok. Ben saatlerce aradım, bulamadım, hele siz de bir arayın da bu bulamayışın benim beceriksizliğimden mi, DSİ’nin halka bilgi vermeme ısrarından mı kaynaklandığını anlayalım. (Kamu kurumlarının bilgi vermeme kuralıyla hareket etmesini başka bir yazıda sergilemek istiyorum.)
Yasayla yetinmeyelim, daha kesin hükümler taşıyan Taşkın ve Rüsubat Kontrolü Yönetmeliği‘ne de bakalım.
Madde 14:
“(1) (…) imar planlarının düzenlenmesi esnasında, DSİ tarafından belirlenen taşkın sınırları ile birlikte bildirilen diğer görüş ve öneriler dikkate alınır.
(2) (…) DSİ tarafından verilen görüş ve önerilere uyulmaması halinde tüm hukuki sorumluluk, görüş ve önerilere uymayan kurum veya kuruluşa aittir.”
Şimdi soralım: DSİ, Türkiye’nin her yerleşiminde dere yataklarına kurulan yapılarla ilgili görüş ve önerilerini yerel yönetimlere iletti mi? İlettiyse ve bunlara uyulmadıysa, uymayan kurum ve kuruluşlara karşı herhangi bir hukuksal işleme girişti mi? Bu hukuksal işlemler sonucu — yasanın ve yönetmeliğin açık hükümleri dururken — bu kurum ve kuruluşlardan herhangi biri mahkum oldu mu? DSİ, kendi görüşüne ve önerilerine aykırı bu işlemlerin sorumlularını kovaladı mı?
Hayır, hayır, hayır!
Yönetmeliğin 17. maddesinin 4. bendi de şunu diyor: “Akarsu yataklarına hafriyat, moloz ve sanayi tesislerine ait atıklar, evsel nitelikli atıklar ve benzeri katı ve sıvı atıklar atılamaz. Akarsu yataklarına her türlü atık malzemenin dökülmesi, mülki idare amirlerinin koordinasyonunda mahalli idareler ve diğer ilgili birimler tarafından sürekli kontrol altında tutulmak suretiyle önlenir.“
Önlenir mi? Gerçekten önlendi mi? Türkiye’de atık bırakılmayan akarsu var mı? DSİ, ‘mahalli idareler ve ilgili birimler tarafından önlenir‘ diye işin içinden sıyrılabilir mi? Önlenip önlenmediğini denetlemeden durabilir mi?
Gördüğünüz gibi, zincirleme suçlardan söz ediyoruz. Dolayısıyla işte şimdi suç duyurusunda bulunuyorum: Cumhurbaşkanı, Tarım ve Orman Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, bütün valilikler ve kaymakamlıklar, irili ufaklı bütün yerel yönetimler sorumluluklarını yerine getirmeyerek, görevlerini savsaklayarak, ihlallere göz yumarak, çevreyi kirleterek, doğayı katlederek, dereleri boğarak suç işlemişlerdir, suç işlemektedirler, işlemeye devam edeceklerdir. Tiz gereği yapıla!
Arhavili arkadaşım Hasan Sıtkı Özkazanç’ın şu önerisi daha bağlayıcı, sonuç alıcı bir çare olabilir: Türk Ceza Kanunu’na yakın geçmişte bir ‘imar suçu’ kavramı eklendi. Bu madde bayağı caydırıcı oldu, çünkü ceza alan belediye yetkilileri oldu. Ruhsata aykırı binaya eskiden göz yuman belediyeler artık daha dikkatli davranıyor. Taşkın alanlarında kaçak yapılaşma, imar planlarında DSİ’nin taşkın önlemlerine uymama konusunda da benzer bir yasa maddesi eklenebilir.
Manzara şu: DSİ ‘dere ıslah ediyorum, taşkın koruma tesisi yapıyorum’ diye sürdürdüğü akla, mantığa, bilime, çağdaş yöntemlere aykırı uygulamalarda, yani yanlışlarında ısrar ediyor, inat ediyor, iktidarını kıskançlıkla koruyor, hiçbir uyarıya kulak asmıyor. Buna karşılık, yasasının, yönetmeliğin kendisine verdiği olumlu, yapıcı, koruyucu rolünde hiç de kıskanç davranmıyor, muazzam bir iktidarsızlık sergiliyor.
Fakat biraz daha yakından bakınca görünen şu: DSİ, tamamıyla yanlış yolda gitmesine rağmen, sanki titiz davranıyormuş tavrı takındığı taşkın koruma tesislerinde bile akıl almaz bir laçkalıkla davranıyor. DSİ içinden ve daha önce DSİ’ye benzer işler yapmış kişilerden edindiğim bilgilere göre süreç şöyle işliyor:
Planlama şubesi bir planlama raporu hazırlıyor, kimileri buna ‘ön proje’ diyor. Bu raporda hangi bölgelerde/bölümlerde risk olduğunu kabaca gösterip, buralarda ne tür yapılar yapılması gerektiğini belirtiliyor. Planlama raporuna göre Tesisler Şubesi işi ihaleye çıkarıyor. İhaleyi alan şirket nihai projeyi hazırlıyor ya da DSİ’nin uygun gördüğü proje firmalarına hazırlatıyor ve DSİ’nin onayına sunuyor.
Bu sürecin sonunda, neredeyse şaşmaz biçimde, dereler beton kanallar haline getiriliyor. Bölge müdürlüklerinin elleri kolları planlama raporlarıyla bağlanmış oluyor çünkü. Bazı bölge müdürlüklerinin beton duvarlar yerine, büyük kayalarla tahkimat yapılmasını doğru bulduklarını, istediklerini biliyoruz. Hatta DSİ Genel Müdürlüğü’nün bile beton duvarları pek istemediğini söyleyenlere bile rastladık. DSİ içinde de bu uygulamaların doğru olmadığını düşünenler, bu yöntemlerin eskidiğini kabul edenler var.
Yani aslında, dört başı mamur bir proje olmadan ihaleye çıkılıyor. Bu durum DSİ’ye bir esneklik kazandırıyor, böylece istedikleri yerde şöyle ya da böyle yapmalarını şirkete söyleyebiliyorlar. Peki, her yıl insanların öldüğü, büyük maddi zararların oluştuğu bu kadar önemli bir konuda niye böyle gevşek davranıyorlar?
Çünkü işin ivedilikle bitirilmesi yönünde bir baskı var. Baskı hem Genel Müdürlük’ten geliyor hem de kamuoyundan. ‘Acil durum var, risk var. Niye geciktiniz, gecikiyorsunuz!‘ baskısı. Proje ayrıntılı hazırlanırsa, süreç bir iki yıla yayılabiliyor. Ayrıntılı bir projenin hazırlanması zaman alacağı gibi, onay, tahsisat çıkması gibi bürokratik süreçler de işi geciktiriyor. E o zaman yarımyamalak, neredeyse her akarsuya uygulanan bir ‘proje‘yle, alınmış onayla, çıkmış tahsisatla ihaleye gidiliyor ve yüklenici firmaya yaptırılıyor.
Şimdi DSİ Arhavi’nin büyük Kapisre deresini besleyen yukarı kısımlardaki güzelim dereleri ‘ıslah etmeye‘, buralara “taşkın koruma tesisi” yapmaya azmetti. Arhavi AKP teşkilatı bunu bir müjde olarak duyurdu. Arhavililer şimdi büyük ve zorlu bir mücadeleye hazırlanıyor. AKP ilçe teşkilatı belirsiz bir laf kalabalığı içinde çok az bilgi kırıntısı vermişti. Belki onlar da ne yapılacağını tam bilmiyordu. Fakat ihale şartnamesi, karşımızda büyük bir yıkım projesi olduğunu gösteriyor. Şartnameye bir taş ocağı bile projeye gömülmüş/saklanmış.
Bir yerde yaşayanların yurtlarına ne yapılacağını açık seçik bilmeleri gerekmez mi? DSİ’nin sayfasında bunu şak diye görebilmemiz gerekirdi. Saklıyor DSİ bu bilgileri, halktan kaçırıyor, halkın denetiminden kaçırıyor.
DSİ’nin denetimden kaçma yolu sadece bu değil. Çevresel Etki Değerlendirme sürecinden de kaçırıyor DSİ dere ıslahlarını ve taşkın koruma tesislerini. Beş kilometreden uzun taşkın koruma tesisleri (yani kanal) için ÇED’i gerekli görüyor yasa. Yani 4999 metrelik bir kanal yaptınız, bir metre ara verdiniz, 4999 metrelik bir kanal daha yaptınız, ÇED’e gerek yok!
Ayrıca, DSİ belgeleri, taşkın koruma tedbirlerinin, doğru olarak, havza bazında ele alınması gerektiğini söylüyor. Arhavililerin ele geçirdiği şartnamede gördük ki, bu havzada 13.655 metre beton kanal yapılacak. Sadece inşaatı değil, hasarı, hasar riskini de havza bazında ele almak gerekir.
Bütün havzayı mahvedeceksiniz ve bir ÇED’i bile gereksiz görüyorsunuz. Çünkü çevreyi, doğayı, içinde yaşayan canlıları umursamıyorsunuz. DSİ’nin doğayı umursamadığını teşkilat yapısından da görebilirsiniz. İdari olanlar dışındaki bütün birimler mühendislikle ilgili. Biyoloji, doğa bilimleri, zooloji, botanik … hiçbirini göremiyorsunuz. DSİ akarsuların etraflarıyla ilişkisine bakmıyor, akarsularda yaşayan canlıları ırgalamıyor, akarsuların beslediği canları iplemiyor. Varsa yoksa yanlış yolda yapılan mühendislik hesapları.
Laçkalık bu anlattıklarımla bitmiyor.
Taşkın koruma tesislerinin yapılmasında muhtarlar ve köylüler de büyük rol oynuyor, bakmayın size tumturaklı plan, taşkın risk haritası falan gibi laflara. Muhtar ve birkaç köylü, “Dere büyüyünce bağımızı bahçemizi alıyor, ıslah edin şunu!” diye DSİ’ye başvuruyor. Bu başvurular hep kabul görüyor. Ama dur bakalım, o bağ bahçe gerçekten senin mi, yoksa aslında derenin mi? Dere senin yerini almış değil de sen derenin yerini almış olmayasın?
İki yıl önce Gediz nehrinin nasıl kirletildiği konusunda haber yapmaya çalışırken Gediz nehriyle Alaşehir çayının birleşme noktasına gitmiştik. O noktaya yakın köydeki biri kılavuzluk ediyordu bize. Dereden biraz yüksekçe bir arazide yürüyorduk. Aslında, arazi değildi, bir üzüm bağının dibinden gidiyorduk. Yanımda yürüyen kılavuzumuza, “Bu bağ…” diyecek oldum, hışımla sözümü kesti: “Ne bağı, ne bağı! Ben de uzun süredir gelmiyordum buraya. Burası derenin taşkın yatağıydı.“
Gelgelelim, Gediz havzasında birçok kişiden duydum aynı sızlanmayı: “Dere bağımıza giriyor, zarar veriyor. Islah edilmeli.” Aynı sızlanmayı çok daha iyi bildiğim Doğu Karadeniz’de de dilinden düşürmeyenler var. Halbuki, Hopa’da, Arhavi’de köyleri, vadileri, mahalleleri dolaşırken görüyorum, köylüler çalmış derelerin taşkın yataklarını. İki kere iki dört kesinliğinde gösterebileceğim yerler. O kadar belli ki, ataları evlerini dereden 100 metre ötede küçük bir yükseltiye kurmuş mesela, biraz ileriye de bir metrelik taş duvar örmüş. Belli ki, dere taştığında o duvara kadar yayılıyormuş işte. Ama sonra ne olmuş, o taşkın yatağı çay tarlası olmuş, fındıklık olmuş, kiminin üstünde yeni bir ev…
DSİ belgelerinden birinde, Islah ve Taşkın Koruma Yapıları Uygulama Projeleri Yapım İşi Genel Teknik Şartnamesi‘nde, bu kurumda ender rastlanan çok doğru bir saptama var: “Nüfus artışı ile artan ihtiyaçların karşılanması için halk akarsuyun yukarı havzalarındaki yamaçlar üzerindeki koruyucu örtüyü zamanla tahrip ederek artan ihtiyaçlarını karşılamak üzere bu sahaları ziraat alanlarına eklemişlerdir. Bundan dolayı erozyon hızla artarak tabii mecraları sedimentle doldurmaktadır. Bu olumsuzluklar meskun mahallerde taşkın problemlerini ortaya çıkarmıştır. Taşkın koruma önlemlerinden biri de akarsu yukarı havzalarında yapılan tahribatı en aza indirmek amacı ile bu sahaları ağaçlandırmak, mevcut orman, mera ve çayırların işletmelerini ve bakımını yapmaktır.“
İyi de DSİ hiç de bu saptamaya göre davranmıyor. ‘Ziraat alanlarına eklenmiş‘ bu sahaları istimlak edip dereye geri vermeyi ya da bu yerleri dereyle ortak kullanılabilecek hale getirmeyi düşünmüyor. Varsa yoksa akarsuları duvara hapsetmek. Akarsuların yukarı havzalarında bile bunu yapıyor. Özellikle yüksek kısımlardaki derelerin, ana dereyi besleyen yan kolların kanal haline getirilmesi, Doğu Karadeniz gibi dik bir coğrafyada, suyun hızını ve şiddetini alabildiğine arttırıyor, selin ve kayıpların boyutlarını misliyle katlıyor.
Dere ıslahlarına, taşkın koruma tesislerine karşı hiç dava açılmamış. DSİ bilime dayanmayan, tahripkar uygulamalarıyla meydanı boş bulmuş, gemi azıya almış büyük bir laçkalık, denetimsizlik içinde koşturup duruyor.
Buna bir dur denmeli artık. Bilim dünyası, akademi gür bir ses çıkarmalı, DSİ’ye yaptıklarının doğru olmadığını söylemeli. Harikalar diyarı vadilerini, derelerini korumak için DSİ’ye dava açmaya hazırlanan Arhavi’ye destek vermeli. Bu destek, tüm Türkiye’nin derelerini kurtarmak, DSİ’yi ıslah etmek için de gerekli bir adım.