
DAĞHAN IRAK
[email protected]
@daghanirak
Bir süredir eğlenceli bir hobim var; Türkiye’den gelen Britanya haberlerini takip etmek. Haber derken yalnız medyadan bahsetmiyorum, benim burada yaşadığımı bilen eş dost da “İngiltere’de şu olmuş” haberlerini benimle paylaşıyor.
Türkiye’de gelişen bu Britanya ilgisinin temel nedeni, Batı Avrupa’da hemen hemen Türkiye kadar kötü yönetilen bir ülkenin varlığının getirdiği hayret. Zaten özellikle yandaş medyada, durmadan çıkan “İngiltere’de açlıktan bebek yemeye başladılar” türü haberlerin “Bakın, yatın kalkın şükredin” alt metniyle yayına verildiğini anlamak çok zor değil. Ancak birkaç gün önce Britanya basınında çıkan bir haber, Türkiye’de hayret ya da ‘schadenfraude‘ değil, özellikle hükümet tarafında panik yarattı, hatta apar topar resmi cevap da verildi. Britanya’ya iltica başvurusu yapanların Türkiye’ye gönderileceği haberlerinden bahsediyorum. Bu haberin detayına değineceğim ama önce uzunca bir arka plan girizgahı yapalım, çünkü zurnada peşrev seviyoruz bu köşede.
Malum, yani malumdur sanıyorum, halk arasında İngiltere diye geçen ama aslen İskoçya, Kuzey İrlanda ve Galler’in de dahil olduğu Birleşik Krallık’ın başbakanı Boris Johnson, bir süredir zamkla yapıştığı koltuktan Muhafazakar Parti ve dahi hükümet içi bir kalkışmayla spatulalandı.
Memleketimizde aile tarihi nedeniyle ‘Çankırılı Boris‘ olarak anılan Johnson buralarda ise kendisini zor durumlardan sıyırabilme yeteneğiyle ‘Hudini’ olarak bilinir. Hoş, ülke uzunca bir süredir Boris’in skandallarına alışmıştı ama özellikle eski sağ kolu Dominic Cummings’le birkaç ay önce Fethullahvari bir boşanma yaşadığından beri, skandalların patlama frekansı epeyce arttı. Cummings’in fitilini ateşlediği, başbakanlık ofisindeki karantina partilerinin ortaya dökülmesinin yarattığı skandalın etkisi daha yeni geçmişti ki parti içinde ‘seri tacizci‘ olarak bilinen Chris Pincher’ın, Johnson tarafından himaye edildiği ortaya çıktı. Bu kadarı, ahlakçı ve gelenekçi Muhafazakar Parti için çok fazlaydı. Maliye Bakanı Rishi Sunak ve Sağlık Bakanı Sajid Javid, iki hafta önce zehir zemberek açıklamalarla istifa etti. Muhafazakar Parti’de değerler ve haysiyet kazanmıştı… yersen!
Muhafazakar-milliyetçi bir iktidarın değerlerle ve haysiyetle ne işinin olabileceğini son 20 yılın Türkiye’sinde yaşamış kimseye anlatmaya gerek yok sanırım. O nedenle, lafı fazla sündürmeden asıl meseleyi anlatayım…
Johnson’ın bugüne kadar yaptığı bütün sakarlıklara ve yol açtığı bütün skandallara rağmen her beladan sıyrılabilmesinin temel bir nedeni vardı: Seçim kazanıyordu. Johnson’ın palyaçolukları, gizlediği ayrıcalıkların üzerini sıvamaya yarıyordu; tıpkı Trump gibi aslında hiçbir ortak noktasının olmadığı alt sınıf seçmenleri, siyaset elitine alternatif olduğuna inandırdı ve özellikle Kuzey İngiltere’de on yıllardır İşçi Partisi’nden başka partiye oy vermemiş insanları kendine çekerek önce Brexit’i geçirdi, daha sonra da genel seçimleri kazandı.
Muhafazakar Partililer için Boris’i sevmek-sevmemek gibi bir tartışma pek söz konusu değildi, önemli olan partiyi iktidarda tutmasıydı. Partinin çekirdeğindeki zengin, beyaz ve ayrıcalıklı azınlık, vergi indirimlerinden çalışan haklarının kısıtlanmasına kadar kendilerini kayıracak politikaların devamının koltukta kendilerinden birini tutmak olduğunu iyi biliyordu. Bu yüzden Boris’in her yaptığına tahammül edildi, hatta kol kanat gerildi.
Tâ ki anketlerde ilk işaretlerini veren bir durum, sandıkta gerçekleşene kadar… Önce mayıstaki yerel seçimlerde İşçi Partisi, Muhafazakarlar’a beş puan fark attı. İskoçya’da da bağımsızlık yanlısı SNP’den ağır bir meydan dayağı yedi. Yüzlerce belediye meclis üyeliği, Muhafazakarlar’dan diğer partilere geçmişti. Hazirandaki iki ara seçimde felaketin devamı geldi. Güneybatıdaki Tiverton ve Honiton’da, meclis oturumu sırasında porno izlediği için istifa etmek zorunda kalan Muhafazakar Neil Parish’in koltuğu için yapılan seçimde, merkez sağ Liberal Demokratlar, bölgede 1923’ten beri ilk kez Muhafazakar Parti’yi 17 puanla yenilgiye uğrattı. 1932’den 2019’a kadar İşçi Partisi’nin kalelerinden Kuzey İngiltere’deki Wakefield’da ise cinsel saldırı suçlusu Muhafazakar (evet, bunlardan epeyce var) Imran Ahmad Khan’ın koltuğu için yapılan seçimde, merkez sol, koltuğu 18 puanla geri almayı başardı.
Muhafazakar Parti, artık skandallar, yolsuzluk ve yüksek enflasyonla anılıyordu. Johnson, seçim kazandıran lider görüntüsünü kaybetmişti. Muhafazakar milletvekilleri, bir sonraki seçimde koltuklarının altlarından çekileceğini fark etti. Boris’in miâdı işte asıl o vakit doldu ve ‘Çankırılı Boris’ elbirliğiyle çan kırmaya yolcu edildi. Gerçi yolcu edildi derken, Boris giderayak son Hudiniliğini yaptı ve hiç değilse yeni başbakanın belli olacağı eylüle kadar koltuğa yapışmayı başardı.
Bu noktada, Birleşik Krallık’ta sistemin nasıl işlediğini kısaca anlatmam gerekiyor…
Ülkede başbakanın kim olacağı, genel seçimi kazanan siyasi partinin tasarrufunda. Yani Johnson’ın istifası yeni bir genel seçim tetiklemiyor, iktidardaki Muhafazakar Parti kendi kurallarına göre yeni bir lider seçiyor, o da başbakan oluyor.
Muhafazakar Parti’deki sisteme göre parti lideri olabilmek için iki aşamalı bir seçim mevcut. Birinci aşamada, istekliler, 20 milletvekilinin desteğini almak şartıyla aday olabiliyor ve Muhafazakar milletvekillerinin oy kullandığı bir süreç başlıyor. İlk turda 30 oyun altında kalanlar eleniyor. Sonraki turlarda ise sonuncu aday eleniyor. Son beş aday kaldığında kamuya açık münazaralar başlıyor. Sonrasında seçim turları devam ediyor, tâ ki son iki aday kalıncaya dek. Nihayet o iki aday için Muhafazakar Parti’nin tüm üyeleri (yaklaşık 200 bin kişi) posta yoluyla eylüle kadar oy kullanıyor. Parti lideri bu şekilde seçiliyor.
Şu an sürecin münazaralar kısmındayız. Yani beş aday kaldı. Britanya seçmeni, bu sürece parti üyesi olmadığı sürece dahil olamıyor, karara da pek etki edemiyor. Biz göçmenlerin her daim yaptığı gibi tedirginlikle, eli kolu bağlı olanı biteni izliyorlar.
Bu beş aday arasındaki yarışa İşçi Partisi’nin yorumunu ödünç alarak ‘birbirinin gözünü oyma‘ diyebiliriz. Her aday, kendisini geçmiş hükümetin skandallarından sıyırırken diğer adayları o batağa itmeye çalışıyor. Son turda oy verecek parti üyeleri, hem milletvekillerine hem de Muhafazakar Parti seçmenlerinin geneline göre daha sağcı ve bağnaz olduğu için hepsi nabza göre şerbet vermeye çalışıyor. O yüzden hepsi Brexitçi, hepsi zenginlere vergi indirimi istiyor, hepsi transfobik, hepsi yabancı düşmanı…
Bunun ne kadarı doğru ne kadarı yalan tartışılır; mesela Dışişleri Bakanı Liz Truss’ın Brexitçiliği sonradan olma; Rishi Sunak ise vergi indirimlerini engellemesi nedeniyle Boris Johnson’la ters düşmüştü. Ancak, Muhafazakar Parti ‘değerlerin ve ilkelerin partisi’ olduğu için seçim kazanma yolunda her türlü fırıldaklık mübah görülüyor, yeter ki aday, iktidarı koruyacak kadar kudretli olduğunu kanıtlasın. Aynı şekilde, rakip adaylar hakkında söylenti de çıkarılıyor. Zaten Boris Johnson’ı seçmiş bir partiden bahsediyoruz, yalan konusunda bayağı şerbetliler yani…
İki gün önce Britanya basınında çıkan ve burada olduğundan çok Türkiye’de yankı bulan bir haberde, adaylardan Liz Truss’ın, Pamuk Prenses’in üvey annesi İçişleri Bakanı Priti Patel’in hukuk ve insaf engeline takılan, iltica başvurusu yapanları Rwanda’ya hapsetme planını yeniden düzenleyip Rwanda yerine Türkiye’yi mülteci hapishanesi olarak kullanacağı iddia edildi. Türkiye Dışişleri Bakanlığı ise yaptığı resmi açıklamayla bu planı kesin bir dille reddetti.
Her şeyden önce Liz Truss’ın gerçekten böyle bir planı olup olmadığı belirsiz. İddiaya kaynak olarak Muhafazakar milletvekili Christopher Chope gösteriliyor. Chope, Boris Johnson’a sadakatiyle bilinen bir figür. Johnson’ın da kendisine ihanet ettiğini düşündüğü eski bakanların başbakanlık hayallerini sabote edeceği bir süredir konuşuluyor. Her ne kadar Johnson’ın asıl hedefi Sunak ise de Truss’ın da benzer bir duruma düşmüş olması muhtemel.
Diğer taraftan, sağcı Muhafazakarların göçmen nefretini kullanmak isteyen Truss ekibi de bunu ortaya atmış olabilir, ancak Patel’in Rwanda politikası öyle pek kimseden açık destek görmediği için buna çok ihtimal veremiyorum. Liz Truss, geçen eylülden beri dışişleri bakanı, böyle bir planı olsaydı kokusu çok daha önceden çıkardı, mesela Patel’in Rwanda planının işlemeyeceği anlaşıldığında…
Lâkin burada asıl önemli olan, Truss’ın gerçekten böyle bir şey yapmak isteyip istememesi değil. Söz konusu planın olabilirliğinin Britanya’da ama daha da fazla Türkiye’de kabul görmesi. Hatta bu inancın, hükümeti acilen açıklama yapmaya zorlayacak kadar güçlü olması. Yani mesele Türkiye’nin gerçekten böyle bir planda yer alması değil, herkesin buna bu kadar emin olması.
Normal, elle tutulur bir dış politikası ve iyi-kötü saygınlığı bulunan hiçbir ülke, başka bir ülkede haftasonu gazetelerinde çıkan söylentiye yana yakıla cevap döşenmez. Hariciye’nin muhatabı ne Britanya basınıdır, ne de Muhafazakar Parti başkan adayları… Ama bizim ülkemizde, başta en tepedekiler tarafından vitrine taşınan oturmasını kalkmasını bilmezlik ve ona buna laf yetiştirme tutkusu, koskoca Dışişleri sözcüsü büyükelçiye haftasonu anlamsız bir Twitter mesaisi yaptırabiliyor. O da emir kulu neticede…
Ama içinde yer aldığı her konuyu itinayla Tosun Paşa hamam sahnesine çevirmeyi başaran dış politika yönetimimizden daha acıklısı, reddedilen iddiaların herkesçe “Türkiye yapar ya” tepkisiyle karşılanması. Yerli ve milli ara rejimde, Türkiye’nin dış politikadaki her efelenmesi, kurban pazarlığında el yükseltme hamlesi olarak okunur oldu. Zira Türkiye’nin her kırmızı çizgisi, beraberinde bir fiyat etiketiyle geliyor. Hâliyle de muhatabınızın size muamelesi ‘Parasıyla değil mi kardeşim?‘ şeklinde oluyor.
Ülkenin haysiyetini iki paralık edenlerin hep en milliyetçiler olmasına ezelden beri alışkınız da bu kadar pespayece olanına ilk defa tanıklık ediyoruz. Diyelim ki Liz Truss’ın planı gerçek olsun, çıkıp “Yahu kardeşim sen daha benim çöpümü ithal etmeyi yasaklayamadın, parasını verip mülteci göndersem onu mu yasaklayacaksın, sanki hiç yapmadığın iş para karşılığı mülteci tutmak” dese verecek ne cevabı var yerli ve milli hükümetin? 20 milyon dolar için Mavi Marmara’da can veren ‘dava şehitleri‘ni İsrail’e satan, dolar iki haftalığına üç kuruş düşecek diye katil Selman’ın önünde bakanları hazır ola diken bir hükümetin bir Swap anlaşması karşılığı yapmayacağı iş mi var sanki? Daha geçen hafta, seçim öncesi Rojava’ya harekat yapıp milliyetçileri gaza getirebilmek için NATO’yla pazarlığa oturmadı mı bu hükümet?
Velhasıl-ı kelâm, sen tezgâhı bir kere açınca, pazarlığa illâ biri niyetleniyor. Adın da birilerinin kirli işlerinin kiralık infazcısına çıkıyor. Bize de ülkece, Britanya’da iktidar uğruna haysiyetini yitirmiş tiplerin koltuk kavgasına meze olmak düşüyor. Dik duramayınca sırtına binen çok oluyor.