LEVENT GÜLTEKİN
acikcenk@gmail.com
@acikcenk
Muhafazakâr kesimin kazanımlarını kaybetme korkusunun AK Parti seçmenindeki çözülmeyi engellediğine dair genel bir görüş var.
Bu kazanımlar da genel olarak başörtüsü yasaklarının kaldırılması, İmam hatip okullarının gözde okullar haline getirilmesi ve Diyanet’in devasa bütçesiyle toplumsal yaşamı dizayn eden bir yapıya dönüştürülmesi olarak görülüyor.
Bu görüş o kadar yaygın ki ülkede siyasetin odağını neredeyse bu anlayış belirliyor.
Ekrem İmamoğlu’nun adaylık sürecinde camide Kur’an okuması, İYİ Parti’nin ‘Ömer’in Yolu‘ gibi tuhaf reklam kampanyası, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun peygamber soyundan geldiğini açıklaması, yine CHP liderinin muhalif kesimde ciddi bir hasara neden olan başörtüsü hamlesi, laiklik gibi aşındırılan cumhuriyet değerlerinin açıkça savunulamaması ve iktidarın toplumsal hayatı din üzerinden dizayn etme çabasına güçlü bir karşılık verilmemesi…
Bütün bunların temelinde, siyasetçilerin muhafazakâr kesimde var olduğunu düşündükleri bu endişe yatıyor.
“Aman muhafazakârları ürkütmeyelim”, “Aman bizi farklı bilmesinler” yaklaşımı, hem muhalefet partilerinin doğru bir siyaset üretmelerini engelliyor hem de muhalif kesimde ciddi bir dağınıklığın oluşmasına neden oluyor.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun son başörtüsü hamlesi, siyaseten bir yararı olmadığı gibi muhalif kesimde büyük bir tahribat yarattı.
CHP liderinin bu hamlesi, muhalif kesimin muhalefete olan umudunu zedeledi.
Diğer yandan kimi yasakçı anlayışa sahip muhaliflerin ekranlardan 90’lı yılların argümanlarıyla yeniden başörtüsü karşıtlığı yapmaları toplumun bir kesiminde “Bunlar hiç değişmemiş” algısının oluşmasına neden oldu ve bu arkadaşların antidemokratik tutumlarının, görüşlerinin faturası da ne yazık ki muhalefete kesildi.
Gömleğin düğmesi baştan yanlış iliklenince sonrasında düzeltmek de imkânsız hale geliyor.
İslamcı ile muhafazakârın farkı
13 yaşlarında dindar bir hayatı tercih etmiş, 16 yaşlarında İslamcılık ideolojisini benimsemiş, 30’lu yaşlarına kadar İslamcı siyasetin bir parçası olmuş, muhafazakâr kesimin evlerindeki, kahvelerindeki sohbetlerine tanıklık etmiş, hayatının yarısını o kesimden insanların arasında geçirmiş bir olarak söyleyebilirim ki, muhalefet partileri muhafazakâr kesimi tam olarak tanımıyorlar.
Çünkü İslamcı ile dindarı, İslamcı ile muhafazakârı ayırt edemiyorlar.
Tanımadıkları için muhafazakâr toplum kesiminin tek derdinin başörtüsü, imam hatip, Diyanet’in büyüyen etkisi gibi kazanımlar olduğunu sanıyor ve AK Parti seçmeninin neredeyse tamamının bu hassasiyetle oy verdiği zannıyla hareket ediyorlar.
Böyle düşündükleri için de dindar kesime şirin gözükmek birinci öncelik oluyor.
Bana göre bu meselede iki yanlış var.
Birincisi; AK Parti’ye oy veren seçmenlerin neredeyse tamamının dini hassasiyetle hareket ettiklerini düşünmek, yani muhafazakâr ve dindarları İslamcı zannetmek.
Muhalefet böyle düşünmeyi tercih ediyor çünkü bu durum onlara büyük bir kolaylık sağlıyor.
Daha sağlıklı bir siyaset üretemedikleri, toplumun ihtiyacına cevap verecek politika geliştiremedikleri, dirayetli, kararlı, cesur bir liderlik sergileyemedikleri, dürüst, liyakati esas alan bir siyasi anlayış uygulayamadıkları, dahası toplumun zihninde AK Parti’den farklı bir Türkiye hayali yaratamadıkları için, “Ne yapalım toplum bizi yeterince dindar görmediği için oy vermiyor” kolaycılığına kaçıp, bu eksikliklerini dindarlık pozu vererek kapatmaya çalışıyorlar.
Muhafazakâr siyasetin baba evi olarak görülen Saadet Partisi’nin oy oranı yüzde 0.9, muhafazakâr mahallede çok sevilen, güvenilen, el üstünde tutulan İslamcı ideolojinin teorisyenliğini yapmış Ahmet Davutoğlu’nun partisinin oy oranı yüzde 1, eşi başörtüsü mağduru olmuş, mahallenin parlak, çalışkan siyasetçisi olarak kabul edilen Ali Babacan’ın partisinin oy oranı ise yüzde 3’lerde.
Bu partiler bu kimlikleriyle kendileri oy alamadıkları gibi sırf muhafazakâr mahalleyle bağlarını sürdürebilmek için diğer partileri de kendileri gibi olmaya teşvik ediyorlar.
Muhafazakâr kesimin oy tercihinde dindarlık birinci kriter olsaydı daha önce de dediğim gibi AK Parti’den kopan karasız seçmen AK Parti’den kopan muhafazakâr siyasetçilerin kurdukları partilere yönelirdi ya da Cumhur İttifakı ile benzer söylemlere sahip İYİ Parti’de oy patlaması yaşanırdı.
Niçin olmuyor?
Dindarlığı siyasette en önemli faktör olarak gören muhalif siyasetçilerin bu sorular üzerine düşünmeleri gerekmez mi?
Düşünmüyorlar çünkü -yukarıda da dediğim gibi- bu yaklaşım kendi eksikliklerini örten bir perde işlevi görüyor.
Muhafazakârların asıl korkusu
Bana göre ikinci yanlış ise; kimi muhalifler muhafazakâr kesimin kazanımlarının başörtüsü, imam hatip gibi konular olduğunu ve asıl korkunun bunları tekrar kaybetme korkusu olduğunu sanıyorlar.
Halbuki anketler bize gösteriyor ki, bu konuları dert eden, bu endişeyle hareket eden seçmen oranı yüzde 20’yi bile bulmuyor. Onlar da daha çok İslamcılık ideolojisini benimseyenler.
Peki bütün bunlar muhafazakâr toplum kesiminin bir kısmında kazanımları kaybetme korkusu olmadığı anlamına mı geliyor?
Elbette hayır.
AK Parti’ye oy veren seçmenlerin kazanım olarak gördüğü ve kaybetme endişesi taşıdıkları şeyler sadece başörtüsü ve imam hatip gibi meseleler değil.
Geçmişte olduğu gibi merkezden çevreye kovulma, yani makbul vatandaş sayılmama, geçmişte olduğu gibi devletin gözünde ikinci sınıf vatandaş durumuna düşme korkusu bana göre daha büyük bir korku.
“Musluğun başında biz olalım, kimin ne kadar su alacağına, kime ne kadar su verileceğine biz karar verelim” isteğidir bu.
Ülkede liyakati, hukuku sahici bir şekilde savunan ve uygulayan, herkesin özgürlüğünü benimseyen bir siyaset anlayışı olmadığı için musluğun başını terk ettiklerinde alacakları suyun miktarının musluğun başında oturan kişinin inisiyatifine kalacağının farkındalar.
İktidarı alan ülkenin patronu sayıldığı için o patronluğu kaybetme korkusu yaşıyorlar.
Bu sadece muhafazakâr toplum kesimi için geçerli bir duygu da değil ne yazık ki.
Herkes kendince belirlediği musluğu kimseye kaptırmak istemiyor.
Mesela Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanlığını başka parti kazandığında HDP’li seçmen ne hissediyorsa ya da CHP’li seçmen adaya bakmaksızın İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığını başka bir partiye niçin kaptırmak istemiyorsa veyahut İstanbul’un bazı ilçelerinin belediye başkanlığı niçin CHP’nin tapulu malı gibi görülüyor ve başka bir parti yaklaştırılmıyorsa, muhafazakâr seçmen de aynı duyguyla hareket ediyor.
Bütün bunlar, herkes kendi musluğu olarak gördüğü yerleri başkasına kaptırmama duygusuyla hareket ettiği için oluyor.
Mahalle kavgası siyasi yarış sanılıyor
Onlarca yıldır seçimler “Aman onlar kazanmasın da” motivasyonuyla yapılıyor.
Her seçimde katılımın bu kadar yüksek olmasının temel nedeni yüksek bir demokratik kültürümüzün olması değil, tam tersine kabile kültürüyle hareket ettiğimiz için musluğun başını başkasına kaptırmama çabasıdır.
Ne yazık ki ülkemizdeki siyaset kabilelerin, mahallelerin musluğun başını ele geçirme yarışı olarak yapılıyor.
Dindar gözükmek, dindarlık pozları vermek bir çözüm değil.
Ülkedeki siyaset anlayışında köklü bir değişikliğe gitmek gerekiyor.
Dindar/muhafazakârların bir partide, Alevi ve Atatürkçülerin bir partide, Kürtlerin bir partide, milliyetçilerin bir partide toplandığı bir siyaset anlayışıyla bu sorunu çözemeyiz.
Kimliklerden, inançlardan, mezheplerden bağımsız, liyakati, özgürlüğü, demokrasiyi, hukuku, özgürlükçü laikliği temel alan yeni bir ‘biz’ yaratmaya ihtiyacımız var.
Hem kimlik, inanç, mezhep siyaseti yapıp hem de farklı yaşam tarzına sahip olanlara, “Bize gelin biz çok demokratız” demek, havanda su dövmekten başka bir şey değil.
Siz mahallenizi tek etmediğiniz, muslukların başlarını kaptırmama duygusuyla hareket ettiğiniz sürece bir başkası da aynı duyguyla hareket edecektir.
Kimsenin bir başkasının yanına sığınmacı gibi gitmek zorunda olmadığı, inançların, mezheplerin, kimliklerin, yaşam tarzlarının belirleyici faktör olmadığı, demokrasinin, hukukun ve liyakatin esas alındığı ve uygulamayla gösterildiği bir siyaset mekanizması kurulmadığı sürece bu tartışmalara devam edeceğiz.
Yani dindarlık pozu vererek, Alevileri her alanda dışlayıp sonra da Cem evi açarak her seçimde Kürtlere bir elma şekeri dağıtarak bu anlayışı değiştiremeyiz.
Gerçekten özgürlükçü olmadığımız, hukuku ve demokrasiyi gerçekten benimsemiş, liyakati gerçekten uygulayan bir anlayışa sahip olmadığımız sürece kimse ele geçirdiği musluğun başını terk etmek istemeyecek.