ZEYNEP GÜVEN ÜNLÜ
zeynep.guvenunlu@gmail.com
1980 öncesinde Türkiye’de yaşanan sağ-sol çatışmasını anlatan ‘Turkish Kaleidoscope’ adlı kitap ABD’de yayınlandı. Siyaset bilimi profesörü Jenny White’ın akademik çalışmasının ilginç yanı, çizgi roman formatında çıkmasıydı.
‘Turkish Kaleidoscope’un çizeri Türkiye’nin iyi tanıdığı bir isim: Ergün Gündüz. 45 yıldan fazladır ‘piyasada’ki Gündüz, Gırgır’la başlayan çizerlik hayatını ve son yıllarda Avrupa’da ve ABD’de kendine hatırı sayılır bir yer edindiği çizgi roman dünyasını anlattı.
Turkish Kaleidoscope’la farkına vardım, çizgi roman konusunda Avrupa ve ABD’de bayağı tanınan bir isim haline gelmişsin.
Öyle oldu hakikaten, son altı yedi yıldır daha çok o dünyanın içindeyim.
Diken’de Jenny White ile ayrıntılı bir söyleşi yayınlamıştık. Kitabın hikayesini bir de sen anlatır mısın?
Jenny’yle ortak bir tanıdığımız vasıtasıyla bir araya geldik. Türkiye’de 80 öncesinde yaşanan politik çatışmaları daha iyi anlamak üzere, farklı politik görüşlere sahip 32 kişiyle sözlü tarih çalışması yapmış ve akademik sonuçlar çıkarmış. Princeton Üniversitesi’nin de teşvikiyle, bunu çizgi roman olarak yayınlamaya karar vermiş. Konu ilginç geldi. Zaten o dönemin tanığıyım, görsel hafızamda o döneme ait çok resim vardı. Anlaştık ve kitabı çizdim. İçime sinen bir iş oldu.
Çizgi roman konusuna geleceğiz ama önce biraz eskiye gidelim. Yaşı 50’nin üstündekiler seni Gırgır’dan tanıyor. Efsanevi Gırgır dergisi hikayen nasıl başladı?
15-16 yaşındaydım. Hippilerin, savaşma seviş diyenlerin, müzik ve sanatın yükseldiği bir dönemdi. O hareketli ortamda ben de resimle çizimle ilgilenmeye başladım. Gırgır’daki en genç çizerdim. 16 yaşında masam vardı dergide. Sağ sol çatışması yükseliyordu, bu Gırgır’ın tirajını daha da yükseltti. Bir takımda bir, bilemedin iki star olur. Bizim dergide herkes yetenekli, herkes yıldız gibiydi.
Sonra Mimar Sinan Akademisi’nde resim okumaya başladın.
Resmimi geliştirmek istedim, dergiyle okulu birlikte götürdüm. İki arkadaş grubum vardı, biri okuldan, diğer dergiden. Dergi biraz Stephan King’in romanları gibiydi. Bir sürü yetenekli çocuk bir odaya tıkılmış, orada uçuyoruz. Birbirimize çok gülüyoruz fakat sokağa çıkınca aynı ortamı bulamıyoruz. Okul bitse de dergiye gitsem diyordum.
Derken Gırgır bölündü, kapandı, yeni dergiler çıktı. Sonra da seni kaybettik.
Bir grup Gırgır’dan ayrılıp Hıbır’ı kurduk. 90’ların başında iki derginin tirajı toplam 1 milyondu. Zamanla özel televizyonların çıkmasıyla, ülkedeki iklimin değişmesiyle, internetin yaygınlaşmasıyla tirajlar aşağıya indi. Ben de kendime yeni bir yol çizmek istedim. Önce resme ağırlık verdim, oradan da çizgi romana yöneldim. Akrebin Gölgeleri adlı bir çizgi roman dergisi yaptık.
Çizgi roman resimle hikayenin birleştiği bir yer. Okurken bakarken çizerken, ondan çok zevk alıyorum. Bu dönem, içime döndüğüm, kendimi beslediğim bir dönem oldu. Resim yaptım, reklam dünyası için ticari işler yaptım. Biraz da yurt dışına göz kırpmaya başladım.
Nasıl başladı yurt dışı işleri?
2000 yılında Amiens kentinin görevlendirdiği Mösyö Pascal Meriaux İstanbul’a gelmişti. Amiens’de Dünyanın Renkleri diye bir çizgi roman festival başlatmaya karar vermişler, buradaki çizerlerle tanışmak istemişler. Fransız Kültür’de bir sergi yaptılar. Fransızların efsanevi çizeri Paul Gillon, Piyale Madra ve ben o sergide yer aldık. Daha sonra buradan bir grup çizer Amiens’e davet edildik. O dönemde Aminens Picardie Müzesi’nde sergilemek üzere orijinal bir işimi istediler. Pablo Picasso’nun, Albert Dürer’in de işlerinin olduğu o müzede olmaktan gurur duydum. O şekilde bir ilişki doğdu Fransa’yla. Büyük yayınevleriyle görüşmelerime aracılık ettiler, orada bir çevre edinmemi sağladılar. Böyle bir ilgiyi hissedince içimdeki enerji değişmeye başladı, heyecanım arttı. Son altı-yedi yılda üretkenliğim ve bağlantılarım çoğaldı.
Başka neler çizdin?
2018’de yine Fransa’da, Birinci Dünya Savaşı’nın yüzüncü yılı için bir dizi etkinlik yapıldı. Biri de Traces de la Grande Guerre (Büyük Savaşın İzleri) adlı bir kitap ve performanstı. Japon, Fransız, İspanyol… bütün milletlerden yazar ve çizerlerden biri de bendim. Yalnızca çizmedik, bir sahne performansı da yaptık.
Nasıl bir performans?
5 bin kişilik dolu bir tiyatro salonu. Sahnede dev ekran. Biz beş çizer de bir masanın etrafında sahnedeyiz. Tepemizde sadece biz aydınlatan bir ışık ve kameralar var. Karanlığın içinde Rembrandt tablosu gibiyiz. Elimize, savaş sırasında ya da sonrasında yazılan öyküleri, şiirleri verdiler. Bir de anlatıcı var, o metinleri okuyor. Biz de eşzamanlı olarak çizim yapıyoruz. Seyirci hem bizi görüyor hem de çizdiklerimizi dev ekrandan izliyor. Aynı anda üç müzisyen de doğaçlama müzik yapıyor. Her şey o anda spontane gelişiyor. Müthiş bir heyecan, müthiş bir haz. Bayağı bir performans sanatı. Çizimler bittikten sonra anlatıcı gömleğini çıkartıp masaya yattı. Biz de onun bedenine çizim yaptık. Bütün hikayeler kadınları anlatıyordu. Savaşta ölen erkeklerin eşleri, anneleri, çocukları… O ‘ölü’ bedenin üzerine kadınları çizdik. Böyle bir hikaye. Avrupa’da özellikle Fransa, Belçika ve İtalya İspanya gibi Akdeniz ülkelerinde çizgi roman sanat olarak algılanıyor.
Türkiye’de nasıl algılanıyor?
Türkiye’de bana resimli roman yap dediklerinde aklıma gelen ilk soru, “Nasıl geçineceğim” oluyor. Bakın, Avrupa standartlarında iki günde bir sayfa çizilir. Bir gün kurşun kalemle tasarlarsınız, ertesi gün çini ve renklendirme yaparsınız. Böyle olunca 70 sayfalık bir kitap 140 günde biter. Haftasonlarını, tatilleri çıkarın, bir kitap neredeyse altı ay alır. O da her gün yaparsanız. Ben altı ay kitapla uğraşacağım, karşılığında da birkaç bin lira para alacağım. Mümkün mü böyle yaşamak?
O kadar az mı rakamlar?
Evet, belki şimdi biraz değişmiştir ama yine de çok azdır. Çünkü bizde genelde orijinal çizim yaptırılmaz, telifli, hatta telifi bile ödenmemiş çizimlerin üstüne hikaye yazılır. Onlar da Texas Tommiks’ten, İtalyan Western’lerinden öteye gitmez pek. Bedava olan bir romandan para kazanan yayıncı, çizere niye para vereyim diye düşünür. Tabii ki bazı şeyler değişiyor ama genel hava ya da yaygın kültür bu.
İç piyasada eskiden mizah dergileri besleyebiliyordu çizgi romancıları. Şimdi o da yok. İşin hakkını veren ülkelere yönelmem biraz da bundan.
Mesela Japon devleti mangayı bir kültür üretimi olarak desteklemeye başladı. Fon koydular, bütün yazar çizerleri manga diye bir mühürle buluşturdular. Kim ne yaparsa o mührü vuruyor. Böylece bir akım yarattılar ve dünya piyasasına hakim oldular. Avrupa’daki çizgi roman sanatı da mangaya dönüştü. Avrupalı çocuklar, kendi taraflarını bıraktılar, manga okumak istiyorlar.
Manga demişken… Çizgi roman, resimli roman, manga, bunların ne farkı var?
Türkiye’de daha çok çizgi roman deniyor. Resimli roman, İngilizce’deki graphic novel’ın karşılığı. Resimleri daha kaliteli ve yoğun oluyor, Avrupa ekolünü temsil ediyor. Avrupa’nın güçlü edebiyat birikimi de roman (novel) denmesinin bir başka sebebi. Amerikan tarzı cep kitap gibi olanlara İngilizce’de comics deniyor. Onun karşılığı da çizgi roman. Japonya’da çizgi film ve çizgi roman beraber gelişti ve kendine has hikayelerle, çizimlerle başlı başına bir ekol oldu. O da manga. Bugün Japonya’da aylık çizgi roman satışı 1 milyonun üstünde. Dergileri vs. katmıyorum, tekil kitapların satışı bu. Fransa’da yılda 52 tane çizgi roman fuarı yapılır. Amerikan ekolü ise bambaşka bir dünya ve bu işin pazarlamasını çok iyi yapıyorlar.
Amerikan ekolü nasıl?
1896’da ABD’de ilk kez Yellow Kid adlı bir gazete bant çizimin içine konuşma balonu kondu. Bu milat gibi bir tarih. Esas patlama ise İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Amerika’nın ‘dünyanın abisi’ rolünü üstlenmesiyle oldu. Bu dönemde süper kahramanlar sık sık kullanıldı. Hatta Captain America özellikle bu amaçla yaratıldı. Gerçi bir dönem çocuklara kötü örnek oluyor diye yasaklar getirilmeye çalışıldı ama sonuçta hayatına büyüyerek devam etti, sinemaya taşınınca daha da büyüdü.
Amerikan pazarına da çalışıyor musun?
Christopher Priest adlı bir çizgi roman yazarı var. Black Panter diye film vardı, Oscar aldı. Kendisi de siyah, Black Panter’e hikayeler yazıp o filmdeki karakterin gelişimine önemli katkı sağlamış popüler biri. Onunla beraber iki yıldır Vampirella’nın 50’nci yılına özel bir romanı yapıyoruz. Karakteri 70’lerden aldık, 2000’lere getirdik, modernleştirdik. Yeni hikayeler ekledik. Bu yeniliklerle beraber bir parlaklık yarattık orada. Kalıcı oldu. İkimize de heyecan veriyor bu ortaklık. Vampirella Amerika ve İtalya’dan çok hayran kazandırdı bana.
Çizgi roman yazarın mıdır, çizerin mi?
Sinemadan örnek vereyim, çünkü çok benzer. Yazar senaristtir, çizer yönetmendir. Çünkü aynı anda casting, kameramanlık ve sanat yönetmenliği yapar. Bir senaryoyu alır ve film yapar ondan. Sinema nasıl yönetmen sanatıysa çizgi roman da çizer sanatı. Edebiyatçılar bir şeyi anlatırken kokusuna kadar yazarlar. Rüzgarın sesini, dalgaların sahile nasıl vurduğunu, ağaçlar sallanışını, evin kepenklerinin nasıl çarptığını… İşinde iyi olan çizer, o sesleri okura çizgilerle duyurur. Hüner çizerin olsa da hikaye ve detaylar olmazsa çizgi roman da iyi olmaz. Yazarlar biraz burun kıvırır çizgi romana. O yüzden çizerler zamanla kendi hikayelerini yazmaya başlamıştır.
Kitap kimin sorusuna gelince, kim daha tanınmışsa onun adı öne çıkıyor. Şimdi Stephen King’in bir romanını çizsem Ergün Gündüz’ün değil Stephen King’in romanı diye satılır.
Sen kendi hikayelerini çizdin mi hiç?
Radikal gazetesinde bant olarak başlayan, sonradan iki ciltlik kitabı yayınlanan Taksi Hikayeleri benim. Taksi Hikayeleri’ni yaptım çünkü çok taksiye binerim, şoförlerle çok konuşurum. O kadar çok ve ilginç hikayem vardı ki çok severek yaptım.
Kitaplar e-kitaba dönüyor. Çizgi romanın geleceğinde ne var?
E-yayıncılık çizgi romanda da var. Ama henüz büyük patlamalara girmedi. Esas gelecek hafifçe hareketlendirilmiş çizgi roman. Video olarak izlenecek ama çizgi film gibi hareketli ve hızlı değil, küçük hareketleri olacak. Onun dışında ses var, müzik var, efekt var. Ben de böyle bir çalışmanın içindeyim. Telefondan izlenecek ama çizgi lezzeti verecek.
Okumayan gençler, çizgi romanlar sayesinde kitaplarla barışır mı sence?
Yüzde yüz inanıyorum buna. Çizgi roman hayal gücünü müthiş tetikleyen bir şey. Hikayedeki boşlukları hayal gücünle dolduruyorsun çünkü. Bir hikaye vardır. Çocuğa doğum gününde Superman kıyafeti alıyorlar. Giyip evin içinde oynarken bir ara ortadan kayboluyor. Derken kapı çalınıyor, çocuk kapıcının kucağında, yaralı halde eve geliyor, “Ben Superman değilmişim” diye ağlayarak odasına gidiyor. Meğer uçacağını hayal ederek pencereden atlamış! Bir süre sonra mutlu bir şekilde gözleri parlayarak odasından çıkıyor, “Belki de Batman’imdir” diyor. Hayal kurmak insanı umutlu yapar. Çocuk ya da yetişkin fark etmez, iyi hikayeler ve çizgiler hem kitaplıkları, hem masaların üstünü hem de gözlerimizi güzelleştirir. Çizgi roman misyoneri gibi konuştum ama gerçekten seviyorum.
Çizgi roman dışında hayatında ne var diye sorayım son olarak.
1,5 metreye 3 metre gibi büyük boyutlarda yağlı boya tablolar yapıyorum. Amerika’da bu işlerle bir sergi açmak istiyorum. Çizgi roman benim hikaye anlattığım bir alan. Resimlerimde başka bir tarafımı, gerçeküstü dünyamı anlatıyorum.
Ergün Gündüz öneriyor…
ÇOCUKLARA
Bebek Bakıcıları Kulübü: Kristy’nin Harika Fikri, Ann M.Martin, Raina Telgemeier
Bone, Jeff Smith
This One Summer, Mariko Tamaki, Jillian Tamaki
GENÇLERE VE YETİŞKİNLERE
Monster, Naoki Urasala
Cahiller, Etienne Davodeau
Bütün Atlar Kaybetmeye Koşar (Bukowski’nin kısa öykülerinden), Schultheiss
Tetikçi, Luc Jacamon, Matz
Voyage aux iles de la desolation, Emmanuel Lepage
Not: Farklı dillerde farklı edisyonları bulunan kitapların hepsine online kanallardan ulaşmak mümkün.