MURAT SEVİNÇ
Herhangi bir konuda söz söylemek, konuşmak ve iki satır sosyal medya mesajı yazmak için dahi, asgari sükunete gereksinim var. En telaşlı, en gerilimli, en kaotik anlarda insanın zihnini toparlayabilmesi, olup biteni hakkıyla kavrayabilmesi, değerlendirip söze dökebilmesi kuşkusuz mümkün, buna mukabil hiç kolay değil ve genellikle doğru yere götürmüyor. Gürültüde kimse diğerini duymuyor. Ya da şöyle söylemeli; duymak isteyenler birbirini duyarken, gürültü, duymak istemeyenlerin mazeretine dönüşüyor.
Birkaç gece önce, Altındağ’da Suriyelilere yönelik saldırılar sönümlenirken iç sıkıntısıyla uyudum; sabah kalktığımda konu ‘yetmez ama evetçiliğe’ gelmişti! Halimiz, yalnızca bu satırların yazarına patolojik görünmüyordur tahmin ediyorum.
Bir hocamız, Ahmet Yücekök, Siyaset Sosyolojisi dersinde siyasal-sosyal olayların birbiriyle ilişkisini, o ilişkideki her halkanın özgül niteliğini anlatabilmek için çok hoş bir örnek vermişti: Rize’de, Temel eve gelip Fadime’den çay koymasını ister, fakat Çernobil felaketi nedeniyle o esnada çay başka yerden gelmektedir, Temel’in damak tadına hiç uymaz, Temel çaydan bir yudum alır, beğenmez ve Fadime’nin üzerine yürür; bu durumda Temel’in Fadime’ye davranışının nedeni nükleer facia mıdır?
Kuşkusuz günümüz okuruna ve sosyal medya cevvalliğine hayli naif görünecek bu anı, ancak, her şey arasında bir ilişkisi olabileceği varsayımı, yaşananları yorumlarken çubuğu fazla bükmeye neden olmamalı. Yetmez ama evetçiliği eleştiren eleştirir; güzel de, şunca yıldır yaşadığımız ne var ne yok, aynı 80-100 kişinin on küsür yıl önceki tavrına bağlamanın pek akıl alır yanı yok. Temcit pilavının fazlası, zihinsel tembelliğe yol açıyor.
Bu konuyu daha sonra yazacağım için uzatmıyorum, ancak şunu söylemeden geçemeyeceğim: Kimi aklı başında bilinen (ya da olması umulan) insanların, sosyal medyada ‘yetmez ama evetçilerle’ ilgili -aralarında hiçbir ayrım gözetmeksizin- son derece vahim bir dil kullanıp ardından toplumdaki lümpenleşmeden şikâyet etmeleri, yaman bir çelişki.
Konu Altındağ, ırkçı saldırılar, sorumluları…
Altındağ’da yaşananlar sürpriz değil. Çok insan, solcu/sosyalist, haftalardır dil döküyor, uyarıyor. Bildiğim kadarıyla, “Kontrolsüz göç olsun, harika olur, sınırlar kevgire dönsün, ne güzel” diyen olmadı bugüne dek. Buna mukabil göçün, aynı iklim krizi gibi giderek büyüyen bir soruna dönüşeceğini söyleyen insanlar var. Duyulmuyorlar.
Kendi önemsiz kanaatimi daha önce yazmıştım: Dünyanın geri kalanına ‘kontrolsüz’, hiç olmazsa ‘daha az kontrollü’ gidebilmekten yanayım, hele ki iklim krizi ve salgınlar çağında sınırları son derece gereksiz buluyorum. Benim müttefikim diğer ülkelerin ezilenleri ve savaş karşıtları, kendi ülkemin sermayedarı değil; Fransız büyük sermayesinin neden olduğu insani ve doğal krizlerle memleket sermayesinin marifetleri arasında fark görmüyorum. Bu sözleri saçma bulanlar olduğunun farkındayım ve umursamıyorum; sosyalistliği iki kez cümle içinde kullanmam gerekirse, “Ben sosyalist gördüm” ve “Sosyalizm iyi bir şey.”
Öte yandan, sınırlara karşı olmak o ‘sınırların’ ve ‘hukukunun’ var olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bir insanın, bir konuya ilişkin genel ilkesinin ya da idealinin oluşu, onun ‘somut’ durumu görmesine engel değil, ikisi ayrı düzey. Marksist bir hocamız, konular arasındaki düzey farklılığını anlatmak için; “Canım, aile kurumunu sorguluyorum, ailenin kökenini kavramaya çalışıyor ve bir kurum olarak karşı çıkıyorum diyen biri, gidip bir başkasının ailesini dağıtmak için eşini ayartmaya mı çalışıyor, o ayrı o ayrı, iki farklı düzey” derdi. Halihazırdaki ülkelerin sınırlarını sorgulayan biri de, takdir edersiniz ki o sınırların farkında.
Tekrar: Hangi ülkeye bunca mülteci gelse orası için ‘sorun’ olur. Yine bildiğim kadarıyla bunun aksini söyleyen de olmadı. Hal böyleyken, örneğin sosyal medya hesaplarından “Kontrolsüz göçe karşı olmak ırkçılık değildir” cümlesini yazanların, kime seslendiğini anlamış değilim. Samimiyetle soruyorum, hangi ciddiye alınabilir insan/yazar/siyasetçi, “Ülke sınırlarının halini tartışalım, bu şekilde göç sağlıksız sonuçlar doğurur” diyenlere ırkçı diyor? Eğer demiyorsa, söz konusu ‘alınganlığın’ gerekçesi nedir?
Aynı cümleleri bıktırana dek kurmak gerek: Tercih ettiğimiz dil, bir konuyu nasıl gündeme getirdiğimiz, nasıl konuştuğumuz, konunun içeriği kadar önemli. Göçün yaratacağı ve yarattığı sorunları doğru dürüst, kendi terminolojisine sadık kalıp uzman görüşlerini ciddiye alarak konuşup anlamayı talep etmekle, ‘İstanbul’da denize giren Arap’ fotoğrafını zırva ifadelerle paylaşıp milleti galeyana getirmek arasındaki farkı anlatmaya gerek yok sanırım. Ali Duran Topuz’un isabetle vurguladığı gibi, o insanlara hak olan yalnızca denize düşmek mi? Peki, günlerdir ortalıkta dolaşan ve hemen hepsinin yalan dolan olduğu ortaya çıkan videoların (ve haberlerin) amacı, kimin işine yaradığı belli değil mi?
Bu işleri yapanları hangi sıfatla adlandırmalı? Eğer ahaliyi binbir yalan dolanla mülteciye karşı kışkırtana ırkçı denilmeyecekse, kime denilecek? Gelişmiş demokrasilerde de ciddi bir sorun olan yabancı düşmanlığını bu toprakta allayıp pullamanın bedeli defalarca ödenmedi mi? Velev ki ırkçı-faşist gibi sıfatları bonkörce kullananlar var -ki var-, onların cömertliği, evleri taşlayan, insanlara saldıran birileri olduğu gerçeğini değiştiriyor mu?
Suç işliyorlar, deniyor. Suçun şahsiliği ilkesine ne oldu? Bir Suriyeli suç işlediğinde bütün Suriyeliler işlemiş mi sayılacak? Altındağ’da ailelere saldıran ve kimilerince ‘vatanperver’ olarak adlandırılan güruhtan gözaltına alınanların çoğunluğunun sabıkalı, torbacı, vs. çıkmasına ne denilecek? AKP’nin her konuda olduğu gibi dış siyasette de çuvallaması, saldırıya uğrayan yoksul mültecinin suçu değil. Bir ‘nedenle’ değil, ‘sonuçla’ yüz yüzeyiz. Eleştiriyi hak eden iktidar, gelenlerin günahı yok.
20’nci yüzyılın baş belası faşizm, en etkili olduğu iki ülkelerde yalnızca faşistlerin, rejimin silahlı ve bürokratik kadrolarının değil, sıradan insanın omuzlarında yükseldi. İşinde gücünde, ekmeğinin peşinde, çoluk çocuğunu korumaya çalışan, sıradan ve muhtemelen iyi, orta halli insanların.
Faşistler yoksulluğu, savaş kayıplarının yarattığı ulusal travmayı, ekonomik ve sosyal krizleri, sosyalistlerin dirayetsizliğini fırsata çevirip iktidar oldu ve ‘ulusal onur’ ile ‘ulusal sermayeyi’ ayağa kaldırmayı vadeden tosunlar, çok kısa sürede toplum ortalamalarını belli inançlara, kökenlere, gruplara, ideolojilere düşmanlaştırmayı başardı. Faşizmin tarihi, sıradan insanın nasıl çıldırabildiğinin, nasıl kolaylıkla öldürebildiğinin, nasıl pervasızca linç edebildiğinin, her türlü şiddeti nasıl olağanlaştırabildiğinin ve geri kalanın seyredebildiğinin; aynı zamanda susmanın, görmemenin, işitmemenin, aldırmamanın, perdeyi çekip oturmanın, inanmak istediğine inanmanın tarihidir.
Hal böyleyken, herhangi bir ırkçı saldırıda, olup bitenle doğrudan bağı bulunmayan ahalinin de payı olabileceği unutulmamalı. Suriyelilere saldıranlar, örneğin 6-7 Eylül 1955’teki gibi seçilmiş insanlar belli ki, ayrıca son iki haftadır yaşanan yalan haber sirkülasyonu da 1955’te İstanbul Ekspres’teki “Selanik’te Ata’mızın evi bombalandı” haberini hatırlatıyor. ‘Karşılaştırmanın’ her zaman doğru bir yol olmadığını düşünsem de, böyle rezaletler arasındaki benzerlikler ve aynı kapıya çıkma ihtimali de görmezden gelinemez.
1955’i biraz merak etmiş olanlar, talancı ve saldırganların yalnızca kamyonlarla çevreden getirilen yoksullar olmadığını bilir. Şık hanım ve beyler de arzı endam ediyor kumaş ve çikolata dükkanlarında, gülümseyen pozlarıyla. Gayrimüslimler linç edilir, mal mülkleri yağmalanırken, aynı halktan birileri de komşusunu korumaya çalışıyordu tabii. Ezcümle, ırkçı saiklerle gerçekleşen saldırılar yalnızca yönlendirilmiş it kopuğun değil, saldırganlarla hayatlarının herhangi bir anında karşılaşma ihtimali dahi bulunmayan göreli eğitimli kesimlerin açık ya da zımni desteği ya da suskunluğu ile mümkün hale geliyor.
Türkiye’de Bolu beyi gibi talihsiz ama yaygın figürler, ırkçılığı kuşku götürmez kimi siyasetçiler ya da örneğin büyük bir sermaye grubunun soyadını taşıyan kadın gibileri, açıktan tavır aldı mültecilere. Ancak söz konusu tavrın onlarla sınırlı olmadığı malum. Saçmalığını fark edebilmek için pek akıl gerekmeyen o video ve fotoğrafların süratle ve hiçbir şüphe duyulmaksızın paylaşılması ve “Evine al besle” gibi süfli sözlerin böyle rağbet görmesi, ortalama kumaşın neye teşne olduğunu sergiliyor, hemen her zaman olduğu gibi.
Genel geçer adlandırmayla ‘laik/seküler orta sınıf’ denilen kümedeki insanlar, gidip de bir yerlere saldırın, demiyor kuşkusuz ve muhtemelen olup bitene üzülen de var. Hiçbir toplumsal küme bir örnek değil. Ancak, aslında memleketin elden gitmediğini düşünse de, “Vatan toprağını kaybediyoruz” mesajları yazıp dillendirmeyi tercih eden; sorunların asıl kaynağını kavrasa da kolaya kaçıp öfkesini olmadık insanlara yönelten; yalnızca mülteciden değil Arap’ın turist versiyonundan da hiç hazzetmeyen okumuş zümre, yalnızca benim çevremde olmasa gerek!
‘Dil’ bu yüzden önemli, ‘hedef haline getirme’ adı verilen eylem bu nedenle çok tehlikeli. ‘Hedef haline getirme’ ile ‘hedef gösterme’, iki ayrı durum. Önce uygun ortam yaratılıyor, ortalama yurttaş olacaklara hazırlanıyor, zehirli bir dil yaygınlaştırılıyor; örneğin Hrant Dink önce vatan haini ilan edilip en ‘muteber’ gazetecilerce hedef haline getiriliyor, Tahir Elçi’nin adı özenle teröriste çıkartılıyor, mültecilere ilişkin yalan yanlış suç ve taciz hikâyeleri anlatılıyor. Ardından birileri çıkıp gereğini yapıyor! Bir linç, bir pogrom, bir cinayet, yalnızca gerçekleştiği an ile sınırlı suçlar değil, oralara giden yolun taşlarının nasıl ve kimler tarafından döşendiği asıl mesele. Bazen bir şey söyleyerek, bazen birilerini tahrik ederek, bazen yalan haberleri yayarak, bazen hiçbir şey söylemeyerek…
Kim, her ne halt yiyecekse, önce irili ufaklı taşları döşeyip ardından elverişli hava ve zemini kollar. O taşlar çoğu zaman sıradan insanın göz yumması, teşviki, heyecanı ile yerleştirilir. Doğrudur, siyasal sorumluluk ülkeyi yönetenlerde, aksini iddia eden yok; iyi hoş da, yönetenler ve sempatizanları dışında milyonlarca insan yaşıyor bu toprakta. Muktedir, Şam’da o namazı kılabilseydi sevinen yalnızca iktidar yandaşları mı olurdu? İmar planı değişikliklerinden yalnızca yandaşlar mı yararlandı? İmar barışı, yalnızca İslamcı camiayı mı barıştırdı dersiniz! Siyasal İslamcılar fantastik hayallerinin peşinde ülkeyi bu hale getirirken, o kadar da yalnız değildi! Sahi, örneğin ‘yabancı istemeyen’ bayan Sabancı ne yapıyordu o bu yıllar boyunca acep? Kendileri Türkiye’nin aydınlık yüzü, değil mi?
Sayısız sorunumuz var, onlardan biri mültecilik. Ne endişeli yurttaşa ırkçı denilerek (ki bunu yapan fazla değil) ne de ırkçı eğilimler görmezden gelinerek çözülebilecek bir sorun. Üstelik giderek büyüyecek, konuyla ilgilenenler asıl Afgan göçünün sonbaharda başlayacağını dile getiriyor. Kısa süre sonra iklim göçleri başlayacak tüm coğrafyalarda.
Hal böyleyken, bir avuç solcu/sosyalistin konuyu aklı başında terimlerle ele alma tercihi ile dalga geçmek, küçümsemeye kalkmak, artık bıkkınlık veren saçma sapan aşağılamalarla odağı saptırmak ve gelişmeleri anlamazdan gelerek ırkçı eğilimleri kayırmak, Türkiye’yi daha yaşanır hale getirmeyecek. Konuyu, ciddiyetini inkar etmeden doğru dürüst ele almaktan yana olup insani bir yaklaşım ve terminoloji öneren, bir yandan Batı’nın iki yüzlüğünü teşhir ederken diğer yandan anayasa ve hukuku hatırlatan, özellikle yoksul mültecilere yönelmesi muhtemel şiddete dikkat çekenlere “Evine al besle” pespayeliğiyle laf yetiştirmenin de, “Tatlı su solcusu bunlar” zevzekliklerinin de iktidar haricinde kimseye yararı yok.
Her cümlemizle, her sözcüğümüzle ‘medeniyet’ ile ‘hoyratlık’ arasında bir tercih yapıyoruz. İki ayrı ülke ve gelecek vadediyor, söz konusu tercih. Irkçılığın filizlendiği zemini ortadan kaldıracak cümleleri kurmak ile “Ben mi saldırın dedim” aymazlığı arasındaki tercih.
Bu saldırılar “Gelecekte utançla anılır” varsayımına gelince… Sanmıyorum. O kadar iyimser değilim. Mahcubiyet, makbul bir değerimiz değil. Ayrıca tarihin tekerrür etmesinin bir nedeni, her devirde yalnızca küçük bir azınlığın mahcubiyet duyması. Kalanı ve sorumluları bugüne dek hiç utanmadılar ve nadiren yargılandılar. Bundan sonra da utanacaklarını ve asıl sorumluların yargılanacaklarını düşünmüyorum.
İnsan mahsulü ‘iklim felaketi’ notu:
“Fosil yakıtların yakılması başta olmak üzere bini bir türlü ‘insan’ faaliyeti sonucunda her Allah’ın günü 150 ilâ 200 canlı türünün bir daha asla geri gelmemek üzere yok olduğu Antroposen (insan) çağında kıyamete doğru pupa yelken yol alıyoruz. Buna insan çağı demenin yine de haksızlık olacağını, Antroposen yerine ‘Kapitalosen’ demenin çok daha isabetli olacağını söyleyen düşünürlerin sayısı da az değil. Tarih ve dünya-ekolojisi tarihi çalışmalarıyla tanınan Jason W. Moore’un, Anthropocene or Capitalocene?… adlı derlemesinde dünya tartışma forumuna sunduğu önemli terimin gözlüğüyle baktığımızda İnsan Çağı’nı (Antroposen) değil, Sermaye Çağı’nı (Kapitalosen) yaşamakta olduğumuz anlaşılıyor.” (“Açık Yeşil”, Ömer Madra ve Ümit Şahin)