AMBERİN ZAMAN
Yıllardır kaç kere ağırladı bizleri. Boğaz’daki o şık evinde kah Aydın Doğan’la kah Selahattin Demirtaş’la aynı sofrayı paylaştık. Kah memleket meselelerini tartıştık, kah halay çektik. Mesleğine bağımlılık derecesinde meraklıydı. Bildiğiniz işkolikti. Ancak özel hayatını asla ihmal etmedi, anneliğinin hakkını verdi, tiyatrosuna gitti, sporunu yaptı, kendisine baktı, 60’lı yaşlarında dahi dişiliğiyle bizleri yaya bıraktı…
Türk basının en renkli, en cesur kalemlerinden, Nazlı Ilıcak’tan söz ediyorum.
Nazlı Ilıcak tam 120 gündür Bakırköy cezaevinde. Demir parmaklıların ardından bulunan birçok meslektaşımız gibi resmi olarak neyle suçlandığını bilmiyoruz. Ama tahmin edebiliyoruz elbette. Muhtemelen ‘Fethullahçı Terör Örgütü’yle bağları olduğu iddia edilecek. Bu da Gülen’e yakınlığıyla bilinen firari işadamı Akın İpek’in sahip olduğu Bugün gazetesinde yazdığı ve Bugün TV’de program yaptığı için. Ve bunlar kapatılınca yine Gülen bağlantılı gazetecilik faaliyetlerine devam ettiği için.
Evet Ilıcak, Ali Fuat Yılmazer ve Zekeriya Öz gibi Gülen Cemaati’nin içerisindeki şaibeli figürlere, yazılarıyla, programlarıyla sorgulamaksızın açık çek verdi. Gülen Cemaati’ni abartılı şekilde sahiplendi. Bunu demokrasi adına yaptığını savunurken tek bir adamın, yani Fethullah Gülen’in iki dudağının arasına bakan, hiçbir şekilde ‘hoca’larına toz kondurmayan, kondurtmayan bir yapının asla demokratik olamayacağını aklına getirmedi. Ergenekon ve Balyoz davalarındaki bariz tutarsızlıkları tenezzül edip incelemedi. Ve Ahmet Şık için “Tutuksuz yargılanmamalıdır” demiş olması erdem değil, yazdıklarından ötürü yargılanmayı hak ettiğinin bir ön kabulü idi… Nedim Şener içinse bu kadarını dahi söyleyememiş, yani tutukluluğunu onaylamış…
Fakat saydıklarımın herhangi biri Nazlı Ilıcak’ın hapiste bulunmasını veya yargılanmasını haklı kılar mı? Evrensel hukuk normları temelinde bu sorunun tek bir cevabı var. O da ‘Hayır.’
Benzer durum çoğu tutuklu yazar için geçerli. Murat Aksoy, Kadri Gürsel, Ahmet Altan, Mehmet Altan, Şahin Alpay, Ali Bulaç, Atilla Taş, Aslı Erdoğan, Musa Kart, Murat Sabuncu, Zehra Doğan… Son baktığımda en az 120 arkadaşımız içerdeydi. Herhangi biri ne şiddete bulaşmış ne de yazılarıyla şiddeti özendirmiş veya savunmuştu. Sır değil: Arkadaşlarımızın çoğu ya bağlı oldukları medya grubu yüzünden veya sırf iktidarı etkin biçimde eleştirdikleri için hapis yatıyor.
Birçok uluslararası insan hakları ve gazetecilik örgütü cezaevindeki gazetecileri sahiplendi, özgürlüklerine kavuşmaları için kampanya yürütüyor. Ne var ki hep ön planda bir avuç isim var. Ve nedense bunların arasında Nazlı Ilıcak ve yine Cemaat bağlantılı diğer isimler nadiren yer alıyor.
Bu duyarsızlığın çok daha büyüğü Türkiye’de söz konusu. Evrensel hak ve hukuk normları temel alınması gerekirken Cemaatçiliğin en alasını yaparak kendinden görmediğini dışlamanın, yok saymanın ne denli yaygın olduğunu bu berbat dönemde yeniden tanık olduk. Örneğin bu gazete: Diken. Aslı Erdoğan şu kadar gündür tutuklu, Necmiye Alpay bu kadar gündür tutuklu diyerek fotoğrafların yayınlıyoruz. Çok güzel. Peki neden Nazlı Ilıcak, veya Ali Bulaç’a aynı hakkı reva görmüyoruz? Nedir aradaki fark? Ortada henüz bir iddianame dahi yokken birilerin suçlu olup olmadığına nasıl oluyor da biz karar verebiliyoruz?
Bu ikircikli hal özellikle Nazlı Ilıcak figüründe vücut buluyor. Çünkü kızı Aslı’nın bana dediği gibi Ilıcak hayatını ezberleri bozarak geçirdi.
Ilıcak verdiği ilk ifadede, “Ben darbe mağduru bir insanım. 28 Şubat sürecinde de her zaman mağdur kişilerin yanında durmaya gayret ettim” demiş ki doğru. Ve eklemiş: “Mağdurların yanında olmak gibi bir karakterim olduğu için 17-25 Aralık sonrasında da dindar insanların üzerine insafsızca gidildiği yönünde bir kanaatim oluştu. Fakat yapılanmanın bir örgüt olduğunu 15 Temmuz sonrasında gördüm. Daha önce bilseydim ne orada yazardım ne de orada bulunurdum.” Ilıcak’ın bu ifadeleri anında “Döndü, cemaati sattı” diye yorumlandı.
Oysa bir an durup düşünün: Yasadışı dinlemeler, şantaj kasetleri, sahte delil üretme… Cemaat’in operasyonel kanadı dediğimiz kişilerin kirli işlere bulaştığı yaygın bir kanaat. Ancak ellerine silah alıp askeri darbeye yeltenecekleri herhangi birimizin aklına gelir miydi? Devletin de aklına gelmemiş olmalı ki onlarca masum vatandaşımızın hayatına mal olan 15 Temmuz kabusunu topluca yaşamak zorunda kaldık. Ne var ki suçluluğu kanıtlanana kadar herkes masumdur ilkesinden asla vazgeçmemeliyiz. Çünkü adalet hepimize lazım.
Not: Yangında hayatını kaybeden tüm insanlarımız için Allah’tan rahmet, ailelerine baş sağılığı diliyorum.