
MURAT SEVİNÇ
Partiler bir günde iktidara gelmiyor; iktidar, o seçim gününü hazırlayan sayısız gelişmenin sonucu. Karmaşık toplumsal nitelikler, ülke koşulları, halktaki değişim isteği, o isteğin nedenleri ve düşmekte olan iktidarın malum nedenleri ne ölçüde kavrayabildiği, ulusal ve uluslararası siyaset ve sermaye desteği… sayısız faktör belirliyor, değişecek olanı da yerine gelecek olanı da.
Örneğin, iktidar koalisyonunun bugün pek öfkelendiği The Economist’te 2000’lerin başında bolca AKP ve Erdoğan övgüsü yer alırdı. Sonrasında AKP Irak’a asker gönderebilmek için az çaba harcamadı. Obama başkan seçilince ilk işlerinden biri Türkiye’ye gelmek olmuş, TBMM’de konuşma yapmıştı. AKP Batı’nın gözdesiydi.
Ancak uluslararası desteğe bakıp ulusal sınırlar içinde olup biteni görmezden gelmek doğru değil, söylediğim bu. Oy alarak iktidar oluyor partiler. O oyu veren milyonlarca yurttaş var ve o milyonların The Economist’ten filan haberi yok.
Gerçi AKP’nin 2002 seçimlerinde tek başına iktidar oluşunda yüzde 10 baraj nedeniyle geçerli oyların yaklaşık yüzde 45’inin çöpe gitmesinin payını ve ayrıca bu sonucun çıkmasında Genç Parti’nin ‘mucizevi’ işlevini hatırlamakta yarar var. O devrin kullanışlı/işlevsel muhalif partisi GP idi. Ancak her ne olursa olsun, perşembenin gelişi Refah Partisi’nin yükselişinden belliydi ve sermaye-devlet içi çekişmenin sonucu olan 28 Şubat süreci, malumun ilanını epeyce hızlandırdı. Generallerin siyasal İslamcılara yararı ve yardımı büyük olmuştur!
Evet, sayısız gelişme sayılabilir bir partinin iktidar yolunun nasıl hazırlandığını anlatabilmek için; ancak bir şeyin altını kalınca çizmeyi unutmamak kaydıyla: Partiler oy almak zorunda ve o oyu ‘insan’ veriyor. İdeolojisi, duyguları olan, çoğu zaman son derece duygusal davranan, toplumsal koşullarının ürünü, görüp bildiği kadar düşünen, öfkelenen, seven, tepki gösteren, hatırlayan, unutan, anlayan, yanlış anlayan, sınıfsal aidiyete ve birden çok kimliğe sahip insanların desteği gerekiyor iktidar olabilmek için. Seçim söz konusu olduğunda, ‘seçmen’ adını veriyoruz o insana.
AKP, diğer partiler gibi bir ‘seçmen’ kitlesinden oy aldı ve alıyor. O seçmeni yönlendiriyor, ikna ediyor, inandırıyor, umut veriyor. AKP ilk günden itibaren ‘dışlanan’ bir yurttaş kesiminin temsilciliğine soyundu. Gerçek durum bu olmasa da. Koşarak ABD’ye gidip Bush ve lobilerle görüşüyor, ancak her ne yapıyorlarsa başörtülü bacıları için yapıyorlardı, örneğin. Çocuklarını yurt dışında okutsalar da imam hatipliler için canlarını verirlerdi, örneğin. Telaffuz etmekte zorlandığımız rakamlarla ihale paylaştırırken yer sofralarında yoksul eyliyorlardı, örneğin. Şehrin çeperleri ve giderek merkezinde yüksek duvarlarla çevrilmiş lüks konutlara yerleşirken, gecekondu mahallesine kömür ve bulgur dağıtıp yurttaşı muhtaç hale getiriyorlardı, örneğin…
Omuzlarında yükseldiği ve 20 yılın sonunda daha da yoksullaştırdığı geniş yurttaş kesimleri, AKP’nin mümbit arka bahçesiydi. AKP yönetici seçkinleri ve varlıklı çevresi o bahçeden kaçıp gideli çok olsa da, tarumar ettikleri kesime iltifattan hiç geri durmadılar.
Sempatizanına hem cenneti hem bu dünyanın zenginliğini vadeden ağzı dualı kapitalist dincilerin destekçilerinin niteliği de değişti 20 yılda. Bir kesim, daha önce görülmemiş ölçüde fanatikleşti. Bugün artık hiçbir soruya anlamlı yanıt veremiyor, yalnızca tepki gösteriyorlar. ‘İşitme‘yi ve ‘görme’yi istemeyen, açıkça gördüğünü kolaylıkla inkâr etmeye teşne, herhangi bir diyalog ihtimaline kapalı bir yurttaş topluluğu olduğuna kuşku yok.
Zamanında hem yoksul oldukları hem de kenarda kalmış bir kimliği temsil ettikleri için dışlananlar, diğer tüm faktörler yanında, AKP’yi iktidara taşıyan ve orada tutan temel motivasyon kaynaklarından birine kaynaklık etti ve onu yeniden üretti yıllarca. Bugün sorun çözülmüş olmasına karşın, iktidarın ısrarla türbanı kullanmaya çalışması boşuna değil. Üstelik, namlı 28 Şubatçıları yanına almış, onlarla ittifak kurmuşken!
Daha önce çok yazdım, biraz tekrar olacak; bana kalırsa dindar kenar mahallenin dışlanmışlığının nedeni inançlı olmalarından çok sınıfsal konumlarıydı. O yıllarda da, örneğin kimi büyük holding sahiplerinin, ‘günde bir kadeh viskisini içen’ ve ‘iki rekât namazını kılan’ dindarlığı kimseyi rahatsız etmiyordu. Hatta hoş bir durum olarak anlatılırdı. Tanık olduğum yoksul mahalle dindarlığının yaşadığı asıl sorunlar dindarlıktan değil, yoksulluktan kaynaklanıyordu. Ancak bu somut durum dindar görünüm nedeniyle dışlandığını düşünenler için pek bir şey ifade etmez, çünkü ‘ifade edebilmek’ de ancak asgari nitelikli bir ‘eğitim’le, ‘görmek’le, ‘karşılaşmak’la mümkün; bir başka deyişle, o mahallenin kolay ulaşamadığı fırsatlara ulaşabilmesiyle. Bu kısır döngünün şu devirde de bir ölçüde sürdüğü kanısındayım.
Her neyse… siyasal İslam’ın yükselişinde bu kesimin desteğinin, onların, devletin tepesinde bir yerlerde kendi suretini görmesinin (aslında öyle sanmasının) payı büyük. AKP’nin, ilk yıllarında, kibirli ve ayrımcı ulusalcı tayfanın (beyaz yakalı şehir ülkücüleri) ürettiği ‘bidon kafa’ ve ‘göbeğini kaşıyan adam’ gibi münasebetsiz metaforları nasıl kullandığı malum. Kimi köşe yazarları böyle zırva ifadelerin geçtiği yazılar kaleme alır, din tacirlerinin ekmeğine bolca yağ sürerdi. İslamcılar, bu saçmalığa daha demokrat oldukları ya da küçük görülen yurttaş kesimine eşit birer yurttaş olarak değer verdikleri için karşı çıkmıyordu. Her şey gibi, tabanlarının horlanmasını da ‘oy’a dönüştürdüler, o öfke üzerinde yükseldiler ve bu, Türkiye sağının en riyakâr kavramlarından ‘milli iradecilik’ siyasetine son derece uygun bir tutumdu.
Yıllar sonra, destekçilerine ‘göbeğini kaşıyan adam’ muamelesini reva görüyor oluşlarının nedenini burada aramak gerekir. Yalnızca şu son bir haftada yaşananlara bakın: Erdoğan’ın mitinginde Kılıçdaroğlu ve Kandil’deki PKK’lıların (coşkuyla el çırpan!) aynı karede gösterilmesi ve o videonun seçmeni ikna edeceğine duyulan güven… Bankacılık konusunda uzman bir güreşçinin bu absürt videodan hareketle takipçilerini ikna çabası… Muhalefetin ‘dinsiz, kitapsız, vatansız, ayyaş’ olduğu yönündeki açıklamalar… Birinin çıkıp “Biz gidersek insanla hayvan evlenecek” diyebilmesi… Erzurum’da İmamoğlu’na yönelik saldırının ardından, AKP ve yandaşlarından işittiğimiz yorumların içeriği… N. Kurtulmuş’un “O taş İmamoğlu’na değil AK Parti’ye atılmış taştır” demesi… Birilerinin, İmamoğlu’nun kendisini ve halkı taşa tutturduğunu söylemesi…
Bu mahcubiyet verici çaba, olsa olsa bir siyasi hareketin kendi destekçilerini adam yerine koymamasıyla, onları ‘her şeye inanmaya teşne’ ya da ‘inanmasa da umursamayacak fıtratta’ insanlar olarak görmesiyle açıklanabilir. Siyasal İslamcıların taraftarlarına ‘göbeğini kaşıyan adam’ muamelesi yapmasıyla.
Kendilerine böyle davranılmasını kabullenen kesimler için içtenlikle üzüldüğümü söylemeliyim. Böyle olmak zorunda değildi. Muhtemel iktidar değişikliği, dindarların dincilerin elinden kurtulmasına yardım edeceği için de çok iyi olacak.
Tarihi ve günceli ‘senaryo’ sözcüğüne iltifat ederek okuyanlardan değilim. Fakat, eğer AKP devri birileri tarafından kurgulanmış olsaydı siyasal İslamcılara ancak bu denli yakışan bir son yazılabilirdi.
Yazı önerisi: Mağusalı meslektaşım sevgili Nurcan Gündüz’ün, depremin üçüncü ayında kaleme aldığı yazı.