
BAHADIR KAYNAK
bahadir.kaynak@altinbas.edu.tr
Baştan uyarayım; Bu yazı daha önce Taht Oyunları dizisini seyretmemiş, kitabını okumamış olup bundan sonra seyretmek/okumak isteyenler için ağır spoiler içerir. Dizinin/kitabın en çarpıcı bölümlerinden birinden ilham alarak, Türkiye’nin Afganistan’da asker bulundurma niyetini tartışmaya çalışacağım. Kimsenin heyecanını kaçırmak istemem.
Önce Afganistan’da şimdiye kadar ne oldu, şu anda ne oluyor bir bakalım. ‘Dünyanın en ücra köşelerinden birinin, denize çıkışı olmayan bir toprak parçasının nasıl olup da böylesine jeopolitik önem taşıdığı’ sorusuna cevap arayalım.
Afganistan, daha 19. yüzyılda o devrin süper gücü İngiltere tarafından iki defa işgal edilmiş ve o zamanın ölçeklerinde, üzerinde güneş batmayan imparatorluğa en büyük hezimetini yaşatmış bir ülke. İngiltere kontrolündeki Hindistan’dan yola çıkan işgal gücü, neredeyse tamamen imha edilince, bu vahşi coğrafyanın kolay kolay kontrol edilemeyeceği anlaşılmıştı. 20. yüzyılda bir diğer süper güç Sovyetler Birliği de Afganistan cehennemine adım atmanın bedelini ağır ödedi. ABD’nin, Vietnam’da yaşadığı facianın bir benzerini mücahitlerle yıllarca süren çatışmalarda ağır kayıplar veren Kızıl Ordu yaşadı. Bu savaşın kanlı bilançosu, Moskova’nın pes etmesine yol açan, Soğuk Savaş’ın sonunu getiren olaylardan birisi olarak kabul edilir.
Sovyet yayılmacılığıyla mücadele ederken kahraman ilan edilen, Rambo serilerinde bile iyi adamlardan sayılan Afgan mücahitlerin kötü karakterlere dönüşmesi 11 Eylül saldırılarından bile önce olmuştu. Taliban bölgede kontrolü ele geçirip katı İslamcı politikalar uygulamaya, kadınları eve kapatmaya başlayınca, Batı kamuoyundaki yıldızları hızla sönmeye yüz tuttu. Bamyan’daki binlerce yıllık Buda heykellerini ‘haram’ diyerek havaya uçurunca da birçok kişinin nefretini kazandırlar.
2001’deki terör saldırıları ise Afganistan’daki radikal unsurların zararının sadece kendi bölgeleriyle sınırlı olmadığını, tüm dünya için bir tehdit oluşturduklarını ortaya çıkardı. Genel kabul gören anlatıya göre bölgede yerleşik Usame bin Ladin ve onun yönetimindeki El Kaide, ABD’ye ve onun İslam coğrafyasındaki hakimiyetine tepkisini 11 Eylül’de hepimizin bildiği saldırıları organize ederek göstermişti. Bunun üzerine NATO’nun 5’inci maddesi işletildi. Amerikan askerleri terörün kökünü kazımak için daha 2001 yılında Afganistan’ı işgale başladılar. Taliban karşıtı yerel unsurların da katkısıyla operasyon çok hızlı bir biçimde sonuca gitti ve yirmi yıl sürecek maceranın ilk adımı atıldı.
2006 yılından beri NATO’nun kontrolüne devredilen misyonun artık sonuna geliyoruz. Bir 10 yıl kadar önce Usame bin Ladin öldürüldü. 11 Eylül’ün yaraları kabuk bağlamaya yüz tuttu ve Batı kamuoyunda hala bir terör hassasiyeti olsa da artık eskisi gibi panik ataklardan söz etmek mümkün değil. Önceliğini Amerika’nın iç sorunlarına vermek istediğini söyleyen Trump, Afganistan’dan askerleri çekmek için ilk adımları atmıştı. Onun yerine gelen Biden da çekilme takvimini işleteceğini, 11 Eylül saldırılarının yirminci seneyi devriyesinden önce çekilmenin tamamlanacağını açıkladı.
Bu çekilme operasyonunun, haziran ayındaki NATO zirvesinden çıkan kararlarla eş zamanlı olarak yürümesi bir bakımdan çelişkili olarak görülebilir. Zira ‘öncelikli tehdit’ olarak belirtilen Rusya’nın yumuşak karnı Orta Asya’ya hâkim bir coğrafya Afganistan, jeopolitik önemini koruyor. Evet işgalin gerekçesi terörle mücadeleydi ama 20 yıldır bunca masrafın, kayıpların sadece mağaralarda yaşayan bir grup militan için yapıldığına inanmamızı beklemiyorlar herhalde. Dolayısıyla Hint alt kıtası ile Orta Asya’yı birbirine bağlayan ve 19. yüzyıldan beri büyük güç rekabetine sahne olmuş bir satranç karesi bütün bu gerekçelere rağmen boşaltılıyor.
NATO zirvesindeki bir diğer vurgu, yükselen yeni güç Çin’e yönelikti. İlk defa Asyalı dev, NATO açısından hasım olmasa bile ‘potansiyel bir rakip’ olarak tanımlanmıştı. Pekin yönetiminin artan ekonomik gücüyle koşut olarak coğrafi yayılma eğilimi gösterdiği bir dönemde Doğu Türkistan’la İran arasında geçiş sağlayan, Hindistan’ı kuzeyden çevreleyen böyle kıymetli bir bölgeyi Batı’nın elden çıkarması da ilginç sayılabilir. Gerekçe her ne ise başta sorumluluğun çoğunu üstlenen ABD olmak üzere NATO üyelerinin Afganistan’ın yükünü artık taşımak istemedikleri anlaşılıyor. İşte bu noktada da kahramanımız devreye giriyor.
Taht Oyunları’nda, Stark ailesinin en eksantrik üyesi Bran’i Akgezenler’den kurtaran sadık hizmetkar Hodor’un hikayesi dizinin en duygusal anlarından birisi olmuştu. Çocukluğundan beri ‘Hodor’ diye sayıklayan kahramanın Akgezenlerin yolunu tıkayacak kapıyı tutmak için kendini feda ettiğini, o dilinden düşürmediği lafın da ‘Hold the door‘ (kapıyı tut) olduğunu anlamıştık. Hodor canı pahasına Bran Stark’ı kurtarmış, Westeros’un kaderini değiştirmişti.
Şimdi NATO Afganistan’dan çekilirken, geride kalıp Kabil Havaalanı’nı tutacak bir kahraman arayışı aklıma bu sahneyi getirdi. ABD desteği olmadan Afgan hükümetinin ancak altı ay ile bir yıl arasında tutunabileceği, Taliban’ın çok kısa bir sürede ülkenin tamamında kontrolü sağlayacağına dair öngörüleri okuyoruz.
Bu durumda bölgedeki Batılı misyonların varlığını sürdürmesi, bölgedeki etkinliklerinin sıfırlanmaması için havaalanını kontrol edecek bir güç, bir ‘Hodor’ gerekiyor. Türkiye’nin bu role talip olması, anladığımız kadarıyla Afganistan’daki varoluşsal çıkarlarımızdan çok, ABD ile bozulan ilişkilerimizi yeniden toparlayabilmek, varlığımızı sorgulayan ittifak üyelerine bir mesaj vermek ihtiyacından kaynaklanıyor. Yine bir benzetme yapacak olursak, İkinci Dünya Savaşı sonrası NATO’ya girebilmek için Kore’ye asker gönderdiğimiz konjonktüre benzer bir durumda kendimizi bulmuş gibiyiz. O zaman NATO’dan içeri adımımızı atabilmek için bugün ise ittifak içinde kalmak ve daha da önemlisi önemimizi vurgulayıp, bizim önceliklerimiz konusunda hassasiyet sağlayabilmek için fedakarlık yapmaya hazırlanıyoruz.
Kore Savaşı’nı, Türk askerinin kahramanlığı karşısında Batılıların duyduğu hayranlık üzerinden çokça anlattık ancak bizim için çok uzak bir coğrafyada yitirdiğimiz onca candan bugün için ders çıkarmak daha önemli. Her şeyden önce bu misyonun gerçekleşmesi halinde oradaki askerlerin güvenliğini sağlayabilmek için birçok hazırlığın yapılması gerekiyor. Teknik düzeyde fiziki güvenliğe yönelik Amerikalılar ile görüşmelerin devam ettiğini, ABD’nin finansal ve lojistik ihtiyaçlarımızı memnuniyetle karşılayacağını tahmin edebiliyoruz. Ama sadece teknolojik üstünlükle oradaki personelin emniyetinin sağlanması mümkün değil. Öyle olsaydı ABD’de Avrupalı müttefiklerimiz de işi kendileri yapabilirlerdi.
Bu durumda da diplomatik hazırlıkların önemi daha da öne çıkıyor. Daha dolaysız bir ifadeyle, kısa süre içerisinde alan hakimiyetini sağlayacak Taliban’ın oradaki Türk askerinin kalmasına rızasının sağlanması gerekiyor. Bugün için Taliban biz de dahil olmak üzere hiçbir yabancı gücün Afganistan’daki varlığını kabul etmeyeceğini söylüyor. Her ne kadar Türk Silahlı Kuvvetleri oradaki tüm yabancı askerler içinde yerel halkla ilişkileri en iyi düzeyde olan unsur olsa da sadece iyi niyetler üzerinden işlerin iyi gideceğini umut etmekle yetinemeyiz. Hem Taliban’ın hem de orada provokatif bir saldırı gerçekleştirmesi ihtimali olan aktörlerin uslu duracağından emin olmamız gerekiyor.
Bu kabul edelim ki zor bir diplomatik manevra, ancak ‘Hodor’un sonunu düşününce bu ihtimam gerekli görünüyor. Fedakar kahramanlar dizilerde iyi duruyor, arkalarından hayran kitleleri oluşuyor ama gerçek dünyada herkes kendi çıkarlarını gözetmeli. Ankara’nın müttefikleriyle ilişkilerini düzeltme ihtiyacı çok açık; yine de gerekli koşullar sağlanmıyorsa bu yükü sırtlanmamakta fayda var. Birileri kendini feda edecek bir ‘Hodor’ arıyorsa, kapıyı tutmamak daha doğru bir karar olacaktır.