MURAT SEVİNÇ
Yargıtay ilgili dairesinin tarihimizde eşine rastlanmamış kararı haklı olarak çok tepki çekti. Toplum son yıllarda pek çok anormalliğe alıştırılmıştı, buna mukabil son karar ‘artık her şeye alıştığını düşünenleri’ de şaşırttı, rahatsız etti. Sanırım bazı gelişmeler ipin ucunun kaçtığını daha açık seçik gösteriyor yurttaşa, Yargıtay’ın Can Atalay kararı, hele ki AYM’nin dokuz üyesi hakkındaki ‘absürt’ suç duyurusu bardağı taşıran son damla olmuş gibi. Ülkeyi kanun devleti olmaktan dahi çıkaran bir damla. Ya da bu aşamada öyle görünüyor, belki bardak sanıldığından daha büyük ve dolup taşması için çok zaman gerekiyor.
Yargıtay 3.Ceza Dairesi’nin cüretkâr adımı, yıllardır dile getirilen ‘anayasasızlaştırma’ sürecinin en çarpıcı aşamalarından biri. ‘Anayasa’daki muhtelif hükümlerin, AYM kararlarının bağlayıcılığının ve TBMM’nin yasa koyma yetkisinin bir önemi yok‘ anlamına gelen karar cüretkâr bir adım, doğru, ama eninde sonunda bir ‘adım’ olarak tanımlamaktan yanayım. Ayırt edici özelliği ise, gelecek günlere dair önceki adımlardan daha fazla fikir veriyor oluşu. AKP ve bir aşamadan itibaren parti-devlet rejimi benzer adımları uzun süre önce atmaya başladı. Tercihim, süreci 2007’den başlatmak olur, AKP anayasacılığının/hukukçuluğunun başladığı yıl.
Ne demek AKP anayasacılığı? Her değişikliğin, öncelikle parti ve kişi çıkarları gözetilerek, iktidarda kalma (iktidar alanını genişletme) hesabıyla yapılması ve doğan ya da yaratılan siyasi krizlerin fırsata çevrilmesi. Bunu ‘Allah’ın lütfu anayasacılığı’ şeklinde adlandırmak da mümkün. Gerçi AKP dönemi Anayasa değişiklikleri 2002’de başladı, ancak o değişiklik Baykal desteğiyle gerçekleşmişti. Oysa ‘367 kararının’ fırsata çevrildiği 2007 ve sonrasında böyle bir desteğe, muhalefetle uzlaşmaya gereksinim duymadılar, hedefledikleri dönüşümü koşullara bağlı geçici ittifaklarla gerçekleştirdiler.
Cumhurbaşkanının ilk kez halk tarafından seçildiği 2014 yılıyla birlikte Anayasa ile cumhurbaşkanının eylemleri arasında doğan uyumsuzluk, 2017’de Cumhurbaşkanı lehine çözüldü ve demokrasilerde eşi benzeri olmayan bir hükümet sistemine geçildi. 2017 Anayasa değişikliği, yine pek benzeri olmayan bir biçimde OHAL koşullarında yapılarak halkoylamasına sunuldu. 2015 Haziran seçimleri ardından yaşananlar ve 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında geçilen OHAL rejimi, anayasasızlaştırmaya, bir başka söyleyişle, Anayasanın askıya alınmasına neden oldu. OHAL hukukunun sona ermediğini eklemek gerek.
‘Nasıl bu kadar kolay olabildi?’ derseniz, 2013-2014’e dek gitmeyi öneririm. Bu tarihlerde iktidar, hukuka uyulmadığı, Anayasa umursanmadığı durumda ‘bir şey olmadığını’, toplumsal desteğini kaybetmediğini fark etti. Hukuk dışılıklar, anayasayı zorlayan eylemler vs. her zaman vardı bu ülkede; ancak 2014’ten itibaren ilk kez bir sivil yönetim, hukuk dışılığın bedeli olmayabileceğini gördü. Bana kalırsa ‘yeni’ olan buydu. Bir adım, bir adım daha, bir adım daha… 2017’de Kılıçdaroğlu ‘hak, hukuk, adalet‘ sloganıyla görkemli bir yürüyüş yaptı, ancak devamı getirilmedi. Sarı kız, ‘Anayasaya aykırı anayasa değişikliği’ desteklenerek verileli çok olmuştu. Anayasanın askıya alınabilmesinde ve sonunda ‘yerli ve milli hukuk’ sloganına varılmasında, muhalefetin azımsanmayacak payı var. Muhalefetin, 2023 seçimleri sırasında yaşanan hukuka aykırılıklar karşısındaki tutumu ise en hafif tabirle ‘aymazlık’ sözcüğüyle tanımlanabilir. Kemal Gözler hocanın, 2023 seçimlerinde tartışma konusu olan ‘seçim hukukuna ilişkin bazı sorunlara’ ilişkin makalesini buraya bırakıyorum. Hem ülke tarihi, hem de belli başlı alanlarda iktidarın çizdiği sınırlara hapsolan ürkek muhalefet tutumumun ‘anayasasızlaştırmayı’ fazlasıyla kolaylaştırdığı kanısındayım.
Ülke tarihinden kastım, konu bağlamında, anayasa tarihimiz. En genel ifadesiyle ‘milli iradeciliğin’ günümüze uyarlanmış hali.
‘Milli iradecilik’ 27 Mayıs darbesi sonrası Türkiye sağı tarafından temsil edilen ve fikir babası büyük ölçüde Celal Bayar olan siyasi çizgi. 1950-60 arasında kopan kavganın sonuçlarından biri. ‘Meclis çoğunluğunun egemenliğin tek ve gerçek temsilcisi olduğu, bu nedenle sınırlanamayacağı’ şeklindeki yorum. 1961 Anayasası’nın özellikle yargı bağımsızlığına ilişkin düzenlemeleri, Anayasa Mahkemesi ve özerk kurumlar sağ siyaset tarafından pek benimsenmedi. İlk yıllarda uyum sağlamaya çalışsalar da, 1968-69’dan itibaren rahatsızlıklarını dile getirmeye başladılar. Eleştirilerin her zaman ve bütünüyle haksız olduğunu söylemek mümkün değil; ‘yargısal aktivizm’ kavramından pek hazzetmesem de, örneğin AYM’nin, temel hak ve özgürlüklerin korunması konusunda her zaman parlak bir performans sergilemediğini kabul etmek güç değil. Türkiye’yi parti mezarlığına dönüştüren, 1961 Anayasası’nın en önemli armağanlarından biri olan AYM’dir.
Ancak sağ siyaset ve iktidarların otoriterliklerini pekiştiren ‘milli iradeciliğin’, temel hak ve özgürlükler rejiminin güçlendirilmesiyle ne ölçüde ilgilendiği tartışılır. Anayasa’daki özerk kurumlardan rahatsızlık ve AYM kararlarına yönelik şikâyetçi tutumun başlıca gerekçesi, denetlenmekten, iktidarın şu ya da bu yolla sınırlanmasından duyulan rahatsızlıktı. Hâlâ öyle. 1961 Anayasası döneminde AYM’nin, hükümetlerin (ve sermeye gruplarının) önem verdiği bazı ekonomi içerikli yasaları iptal etmesi de, 1960’larda Anayasa yargısına gösterilen tepkinin gerekçelerindendi.
Dolayısıyla, yeni olmayan bir öfke ve antipatiden söz ediyoruz aslında. Örneğin, 1961 Anayasası’nın son günlerinde Tercüman Gazetesi tarafından düzenlenen meşhur ‘Tercüman Semineri’nde, yine, ‘Yeni Forum’ toplantısındaki konuşmalarda söz konusu karşıtlığın numunelerini bolca görmek mümkündür. Bu dönemde en sık işitilen ifadeler, ‘aydın çemberi‘, ‘aydın oligarşisi‘, ‘millet egemenliğinin kullanılışına getirilen yeni ortaklar‘, ‘milli irade devalüasyonu‘ … Bayar milli iradeciliğinin başvurduğu kavramlar. 1982 Anayasası bu zihniyet üzerine inşa edildi, ancak 12 Eylül darbecileri yetkilerini tırpanlasa da AYM’den vazgeçmedi.
Bugün yaşanan AYM karşıtlığı sürpriz değil, tarihsel birikimin ürünü, anlatmak istediğim bu. Günümüzdeki fark, Anayasası askıya alınmış bir ülkede AYM’siz bir anayasal düzenin büyük bir rahatlıkla, özgüvenle dile getirilmesi. Hal böyleyken, şimdi anayasayı ve AYM’yi savunurken, gelecekte bir kez daha çuvallamamak ve daha yüzüne bakılabilir bir anayasal sisteme sahip olmak için, konuyu tarihsel bağlamı içinde kavramanın ve ayrıca bazı güncel ‘olguları’ göz önünde bulundurmanın gerekli olduğunu düşünüyorum.
Nedir güncel olgular?
İlkin, Anayasa yargısının sistem içindeki hayatî konumu kabul edilmeli ve AYM’ye mutlaka sahip çıkılmalı. Ancak, sahip çıkarken, demokratik kurumların ancak demokratik sistemlerde bir işlevi olabileceğini de göz ardı etmemeli. Değeri bilinmesi gereken AYM’nin tarihi boyunca pek çok olumsuz karar ‘da’ verdiğini, 2017’de ilan edilen OHAL dönemindeki tutumuyla şu anki durumun başlıca sorumlularından biri olduğunu unutmamakta yarar var. 15 Temmuz’dan sonra ‘korkudan’ içtihat değiştirip, OHAL KHK’lerini incelemeyi reddettiği için olağanüstü yol ve yöntemler rahatlıkla olağanlaştırılabildi ve örneğin, milyonlarca yurttaşı ilgilendiren insanlık dışı ‘sivil ölüm’ uygulaması mümkün hale geldi.
İkincisi, şu anda tanık olduğumuz, çok ciddiye alınması gereken bir aşama. Doğru. Ancak Yargıtay kararı, Anayasaya, çoğu OHAL KHK’sinden ‘daha aykırı’ değil. Olsa olsa, ahalinin uyanmakta zorlandığı, ülke siyasetinde ise ‘geç ve güç anlama’ sorunu olduğu söylenebilir. Kemal Gözler ‘Elveda Anayasa‘ diyeli altı yıl oldu. Demek ki, sıklıkla dile getirildiği gibi ‘sözün bittiği yerde’ değil, başka ve vahim bir aşamadayız.
Üçüncüsü, evet, AYM’ye sahip çıkılmalı; ancak önümüzdeki bir yıl içinde yapılacak yeni atamalarla AYM üye çoğunluğunun iktidar lehine değişeceği ve bugün arada bir verdiği olumlu kararları dahi mumla arayacak olma ihtimalimiz düşünüldüğünde, ‘bağlayıcılık’ ile ‘eleştiri gerekliliğini’ birbirinden özenle ayırmayı ihmal etmemeliyiz. Kararlar bağlayıcıdır, buna mukabil eleştiriden masun değildir. Sahip çıktığımız AYM’nin, aynı günlerde ‘dezenformasyon yasasındaki’ o tehlikeli hükmü Anayasa aykırı bulmadığını hatırlayalım. Ezcümle, herhangi bir AYM’nin değil; demokratik bir sistemde, eşitlikçi bir anayasal düzende, bağımsız karar verebilen ve nitelikli hâkimlerden oluşan bir AYM’nin ‘gerekliliğini’ savunmalıyız.
Dördüncüsü, bugün tanık olduğumuz baskının, bir süre sonra Demirtaş ile ilgili karar vermek zorunda kalacak bir AYM üzerinde kurulduğunu hesaba katmakta yarar var. Çoktan alınması gereken, uzun süredir ertelenen karar. İktidar bakımından son derece kritik bir diğer konu ise, gözümüzün içine baka baka kabul edilen Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun’da yapılan değişiklik. Bakınız, Bahadır Özgür’ün yazısı. Yandaş olmayan gazeteciler ve uzmanlar tarafından ‘mülkiyet gaspı’ ifadesiyle anılan ve muhalefetin kabulünü öylece seyrettiği akıl almaz değişiklik, aynı AYM’nin önüne gelecek. AYM üyelerinin gazete manşetinden hedef haline getirilmesini, yakın gelecekte vereceği bazı ‘kritik’ kararlarla ‘da’ ilişkilendirmek mümkün.
Özet ve sonuç: Bu noktaya bir günde gelmedik ve tanık olduklarımızın tek bir gerekçesi yok.
Yazı önerileri:
Ali Duran Topuz’un ‘Yüksek yüksek külliyelere mahkeme kurmasınlar’ başlıklı yazısı.
Dinçer Demirkent’in ‘Yargı darbesi mi?’ başlıklı yazısı.