
MURAT SEVİNÇ
Yine başladı ‘Vatandaş bilinçli olmalı’ nutukları…
Ben bu ülke koşullarında bilinçli bir yurttaş sayılırım; az çok eğitimliyim, tercihlerimi elimden geldiğince aklımı kullanarak yapmaya çalışıyorum. Bunlar bazen doğru bazen yanlış tercihler oluyor.
Ortalama Türkiye ahalisinin ve mümtaz Türkiye akademisinin yüzde 90’ının zerrece umursamadığı akıl fikir almaz bir hukuksuzlukla, dindarların iktidarınca işimden atıldım ve ülke sınırları içinde bir üniversitede çalışmam hâlâ yasak olduğu için işsizim. Çok sayıda meslektaşım ve on binlerce yurttaş gibi. Eşim çalışıyor. Bir de ufaklık var.
Eski orta, yeni yoksul tabaka mensubu olarak İstanbul’da yaşıyoruz. Başka bir yerde yaşama şansımız olsaydı gidebilirdik, ancak koşullarımız nedeniyle burada kalmak durumundayız. Ailem de burada. Kirada oturuyoruz. Şu sıralar İstanbul’da kirada oturabilmemizin tek nedeni, ev sahiplerimizin insaflı ve halden anlar yaklaşımı.
Her ay düzenli fatura ödemesi yapıyoruz. Bilinçli ve bilinçsiz yurttaşlar, tüketimi ölçüsünde aynı ödemeyi yapıyor Türkiye’de. Bugüne dek, örneğin gaz tüketiminin karşılığını öderken, “Siz bilinçli yurttaşsınız, yüzde 50 indirim yapıyoruz” diyen olmadı, bundan sonra da olacağını sanmıyorum.
Uzun yıllardır her gün yürüyüş yapıyorum. Her yürüyüşümde, geçtiğim sokaklara ve binalara, deprem olduğunda hangisi çöker acaba ve bu sokak nasıl tahliye edilir gözüyle de bakıyorum. Daha önce de yazdım bu konuyu; insanın enkaz altında kalma ihtimali olan bir şehirde, bunu düşünerek yaşaması ve yürümesi garip bir duygu.
Neden düşünüyorum? Çok basit, çünkü bilim insanları bu şehirde büyük bir deprem olacağını söylüyor. Ben de bilinçli bir yurttaş olarak onları ciddiye alıyorum. Uzaydan atılan bilmem ne çubuğuyla deprem olmayacağını biliyorum. Çok akıllı sayılmam, ancak böyle lafları ciddiye alacak kadar vahim durumda da değilim, şükür.
Bilinçli bir yurttaş olarak dünyanın neresinde bir deprem olduysa onunla ilgili bir-iki satır okudum hep. 99 depreminden sonra Türkiye’de yapılanları ve yapılmayanları takip etmeye çalıştım. Örneğin yüzlerce deprem toplanma alanının tamamına yakınına AVM yapıldığını biliyorum. Buna tepki gösteren ve yeri geldiğinde yazanlardan biriyim.
Türkiye’de, içinde ‘barış’ sözcüğü geçmesine karşın çok sevilen imar barışıyla ilgili gelişmeleri de takip ediyorum yıllardır. TMMOB’nin nasıl karşı çıktığını, aklı başında insanların neler yazıp çizdiğini okuyorum.
Benim okumam ve onların yazması, ülkede değişikliğe neden olmadı. İyi ihtimalle, ‘her şeye kaşı çıkan takıntılı solcu’ muamelesi gördüler, yönetim ve nüfusun azımsanmayacak kesimince. Ömrünü kent suçlarını engellemeye adamış en bilinen isimlerden bazısı şu anda cezaevinde. Toplumsal kaygıları olan, kamu yararını düşünen, konuşmaktan çekinmeyen ‘bilinçli’ yurttaşlar oldukları için oradalar. Herkes, başta bilinçliler, o insanların neden cezaevinde olduğunu biliyor ve bu bilgi, yaşamımızın kendi rutininde sürmesini engellemiyor. Birbirimize olup biteni anlatıyor ve kaldığımız yerden devam ediyoruz.
İstanbul’da bir deprem olacak. Yarın, bir ay sonra, üç yıl, beş yıl… Olacak, bildiğimiz bu. Uzaydan fırlatılan oklar nedeniyle değil, altımızdaki fay kırılacağı için. Dolayısıyla, sağlam zeminde inşa edilmiş sağlam bir yapıda oturmam gerektiğimin farkındayım.
Peki, bilinçli bir yurttaş bu durumda ne yapabilir?
Yaşadığımız binanın incelenmesini talep edebiliriz, hep birlikte ya da münferit ve varsayalım bina pek sağlam çıkmadı. Bu durumda bir-iki ay içinde ev bulmak gerekecek. Hadi bilinçli yurttaşlar olarak birlikte ev arayalım…
Nerede? İstanbul’da. Yani ülke nüfusunun neredeyse dörtte birinin tıkıştırıldığı şehirde.
Neden oldu bu? On yıllara yayılan plansızlıktan, siyasi tercihlerden, öngörüsüzlükten, taşı toprağı altın zırvasından vs. Aslında yıllarca plan program vs. diyenler vardı memlekette, ancak pek kulak asılmadı. Bir de şu ‘plan’ sözcüğü solu çağrıştırıyor, Allah vermesin!
Cumhuriyet tarihinin beşte birinde ülkeyi tek başına yöneten AKP’li yıllarda ekonomik büyüme inşaata dayandırıldı. İlk yıllarından itibaren bitip tükenmeyen imar hırsına, inşaat çılgınlığına karşı uyaranların çığlıkları, özellikle ilk dönemin ‘askeri vesayet sona eriyor’ ve ‘demokratikleşiyoruz’ yaygarasıyla işitilmez oldu. Hâlihazırda bir beton cehennemine dönüşmüş durumda İstanbul şehri ve hâlâ Ankara’dan muhtelif kurumları buraya taşımaya çalışıyorlar.
Ev arayacaktık değil mi, oraya döneyim…
Okulda öğrenmiştik, neydi, iki çubuk vardı; biri arz, diğeri talep, birinin yükselişi eğer diğerindekiyle örtüşmüyorsa fiyatlar artıyor ama neyse ki canımın içi ‘piyasa’ sonunda dengeyi buluyordu. Zaten insanın değil piyasanın dengesidir önemli olan, yeter ki kırılmasın, üzülmesin piyasa ve piyasa aktörleri.
Şu sıralar İstanbul’da, biz bilinçlilerin, yani aslında yoksul olup da kültürel sermayeye sahip olduğu varsayımıyla hayata tutunmaya çalışan saftiriklerin yaşamayı tercih edeceği semtlerde ev kiraları ortalama 20 bin lira. Üstelik bunlar yeni binalar değil, yani iki gün sonra yıkılabilir ya da bir kez daha taşınmak zorunda kalabilirsiniz. Son on günde, o 20 binler 30 binlere dayandı. Eh kolay değil, serbest piyasa Anadolu irfanıyla birleşince, yeme de yanında yat.
Eğer son yıllarda yapılmış ve sağlam olduğu iddia edilen (ancak hiç kimsenin emin olamadığı) bir evde oturmak istiyorsanız 40-50 bin civarında fiyatlar. Diyelim ki pes ettiniz ve İstanbul’un en kenar semtlerine yöneldiniz, yeni binalar 15-20 bin arası. Eskiler, 10 bin civarında, örneğin Sultanbeyli’de.
Hani şimdi bilim insanları, şuralar sağlam buralar sağlam diyor ya, o semtlerde kiralar bir gün içinde artıyor. Girin internete ve İstanbul’da herhangi bir muhitteki fiyatlara bakın. Eğer kareli ceketlilerin iktidarında üniversiteden atılmasaydım da aldığım maaşın tümüyle ancak orta halli 2+1 evin kirasını ödeyebilirdim. Önümüzdeki hafta muhtemelen o maaş da yetmezdi.
İki hafta önce meydana gelen felaket, hiç unutulmaması gerekirken çoktan unutulmuş deprem gerçeğini en şiddetli yüzüyle hatırlattı. Ülkenin en kalabalık şehrinde milyonlarca insan tedirgin ve çaresiz.
New York’ta yaşayan bir meslektaşım, korona salgınının ilk günlerinde şehirde büyük ölçüde yoksul, göçmen ve siyahların kaldığını, hali vakti yerinde olanların şehir dışındaki evlerine gittiğini söylemişti. Başkaca ülke ve şehirlerde de benzer deneyimler yaşandı. Şimdiden unutulan salgın günlerinde Türkiye’de kimlerin, hangi iş kollarının mağduriyet yaşadığını, kimlerin evlerinde oturma şansı bulamadığını hatırlatmaya gerek yok.
Büyük deprem beklenen İstanbul’da, yalnızca bu kiraları ödeyebilenler ev değiştiriyor şu anda. Emlakçıların mabadı gökyüzünde. Geriye kalan yurttaş çaresizce bekliyor. Eğer yüksek gelir sahibiyseniz ve o kiraları ödeyebiliyorsanız, yeni eviniz hakikaten sağlamsa şanslısınız. Gelir uçurumu ve adaletsizlik daha ne kadar somut olabilir?
Köle ücretiyle çalışan milyonlarca yoksul ve aslında yoksul olmakla birlikte kendisini orta halli zanneden yurttaş kesimleri, İstanbul’da deprem bekliyor. Ne yapacağını bilemez halde. Sağlam bir evde oturma şansı yok, bunun farkında ve çaresiz.
Ondan sonra, efendim neden kaderci oluyor insan; neden acaba? Kadercilik ile siyasal-toplumsal kuruluş arasında bir bağ olmasın sakın. Şu koşullarda, korkunç bir maddi-sosyal cendereye sıkıştırılmış milyonlarca insana, ‘Allah korusun‘ temennisi dışında öneriniz nedir?
Çok basit bir soru: Vatandaşa bilinç salık verenler, o bilince az çok sahip bir yurttaş olarak bana, bu şehirde sevdiklerimle birlikte yakın zamanda enkaz altında kalmamamın bir yolunu gösterebilir mi? Ne yapmalıyız, hepimiz deprem riski olmayan şehirlere mi taşınalım? Diğer insanlar, sevdiklerimiz? Kurtuluş yok tek başına. Piyasanın da babasının şarap çanağına…
Okuma önerisi: Tanıl Bora’nın devlet-kamu üzerine yazısı.