ERAY ÖZER
“Psikoloji olarak iki türlü millet var bence. Tarihte bir kez özne olmuş, tarihi sürüklemiş milletler var, bir de bu tecrübeyi hiç yaşamamış olanlar… Birincileri hangi dinden, hangi mezhepten, hangi ırktan olursa olsun bir kültürel psikoloji aktarıyorlar ve onları nesneleştirmek kolay kolay mümkün olmuyor. Bütün unsurlarıyla bizim millet tarihte özne olmanın ve tarihi sürüklemiş olmanın bilincine ulaşmış.
Bu durum İngilizlerde de var mesela. Bu milletler bunu kaybettiği zaman, şizofrenik demeyeyim de, gerilimli bir hal yaşamaya başlıyor. Ve tekrar keşfetmeye çalışıyor, tekrar onu yakalamaya çalışıyor. Yani bir şekilde özne olmak istiyor. O özne olma halini bir siyasete dönüştürdüğünüzde, yani özgüveni aşıladığınızda milletin ruhunu yakalıyorsunuz.
… Bu Kürt’ünde de var, Türk’ünde de var, Alevi’sinde de, Sünni’sinde de var, işin enteresanı gayrimüslim vatandaşlarda da var, bu bir gelenek olarak gelmiş bugüne. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları artık dünyanın her yerinde gururla “Ben Türk’üm” demek istiyor. Osmanlı’da aradıkları bu.”
Yukarıdaki alıntı Habertürk Gazetesi’nde Muhsin Kızılkaya’nın Başbakan Ahmet Davutoğlu ile yaptığı röportajdan.
Uzun bir alıntı olduğunun farkındayım. Lakin Davutoğlu’nun söyledikleri, son dönemde sıkça dillendirilen ve Osmanlıca dersleri tartışmasıyla zirve yapan bu ‘yeni Osmanlıcılık’ yaklaşımını ilk kez bu netlikte ifade etmiş olması bakımından önemli.
‘Özne olamayanlar şizofrenik bir hal yaşıyorlar’
Tarihte özne olmuş milletlerden bahsediyor Davutoğlu. Bu milletlerin özne olmaya devam edemediklerinde şizofrenik bir hal yaşadıklarını söylüyor.
Davutoğlu’nun yaklaşımı birden fazla açıdan sorunlu gözüküyor. İlk olarak bir milletin tarihte özne olması meselesine bakalım. Davutoğlu’na göre Osmanlı’da halk (millet ifadesini bilinçli olarak kullanmamayı tercih ediyorum) bir dönem kendisini tarihin öznesi olarak algılıyordu.
Böyle bir duygunun koca bir coğrafyaya yayılan Osmanlı’nın sınırları içerisinde yaşayan halk tarafından benimsenebilmesi için, o halkın yaşadığı imparatorluk içerisinde kendisini özne olarak hissettiğini varsaymamız gerekiyor. Yani tek bir hukuka tabi bir vatandaşlık tanımı yapmış oluyoruz.
En iyimser tabirle ‘tuhaf’ kaçıyor
Bu da yetmez, bu vatandaşların, özellikle de Davutoğlu’nun çok önemsediği Anadolu coğrafyasında yaşayan kitlenin, imparatorluğun tarihin öznesi olması durumundan bir fayda, bir sonuç elde etmesi, haydi onu da geçelim, en azından haberdar olması gerekiyor.
Her şeyin padişahın malı sayıldığı, vatandaş yerine tebaa kültürünün yerleşik olduğu bir toplumun, kendisini tarihin öznesi pozisyonunda hissettiğini öne sürmek en iyimser tabirle bir miktar ‘tuhaf’ kaçıyor.
Davutoğlu, özne olma duygusunun ‘sosyal bilinçaltımızda’ kodlanmış olduğunu ima ederken, Osmanlı toplumunun reformlar sonrası okuma-yazma oranının yüzde 10’ları ancak yakalayabildiği gerçeğini bilmiyor olamaz.
Keza, ilkokulda binde 40, ortaokulda binde 1.5 seviyesindeki (1897 yılı istatistikleriyle) eğitimli kadın sayısı istatistikleriyle Osmanlı’da özne olmaya ‘alışkın’ bir kadın nüfusundan söz etmek mümkün değil.
Kürtler Osmanlı’dan gurur mu duyuyordu?
Gelelim Kürtlerin ve azınlıkların durumuna.
Davutoğlu’nun tarihsel özne kategorisine, 91 yıllık Cumhuriyet’in son birkaç yıla kadar adlarını bile kabul etmediği Kürt toplumunu da dahil etmesi, bir halkın imparatorluğun öncesine dayanan kadim köklerini kabullenmesi bakımından anlamlıdır, doğru. Lakin, Kürt toplumunun Osmanlı döneminde Osmanlı’dan gurur duyan, tarihin öznesi pozisyonuna sahip olduğunu söylemek de yine fazla iddialı ve bilimsel gerçeklikten epey uzak değil mi?
Azınlıklar için de durum farklı değil. İslam hukukuna göre yönetilen bir toplumda, ‘milletlerine’ göre farklı hukuk uygulamalarına maruz kalan azınlıkların imparatorluğun başarılarıyla böylesi bir özdeşleşmeye gittiklerini düşünmek hayal kurmaktan başka bir şey değil.
‘Biz Türk değiliz ki, beyim’
Ve son olarak gelelim ‘millet’ meselesine. Toplumun Müslümanlar ve gayrimüslimler üzerinden tanımlandığı, millet kategorizasyonunun sadece gayrimüslimler için geçerli olduğu bir tarihten bahsediyoruz. Millet yerine ümmetin geçerli olduğu bir halkın, Osmanlı döneminde Türklüğüyle tarihin öznesi olduğunu iddia etmek gerçeklikle bağdaşıyor mu?
Yazıyı daha fazla uzatmamak adına Davutoğlu’nun bu iddiasına Yakup Kadri Karaosmanloğlu’nun Yaban romanında geçen bir diyalogla cevap vermiş olalım:
Biliyorum beyim sen de onlardansın emme.
Onlar kim?
Aha, Kemal Paşa’dan yana olanlar…
İnsan Türk olur da, nasıl Kemal Paşa’dan yana olmaz?
Biz Türk değiliz ki, beyim.
Biz İslamız, elhamdülillah… O senin dediklerin Haymana’da yaşarlar…