DAĞHAN IRAK
daghan@daghanirak.com
@daghanirak
İçinde bulunduğumuz yüzyıla girilirken dünyanın aldığı şekil, hiç kuşkusuz günümüzdekinden çok farklıydı. Doğu Bloku’nun çöküşünün ardından 1990’lı yıllarda Amerika’nın tartışmasız lideri olduğu tek kutuplu bir dünya karşımıza çıkmış, hatta o dönemde yaşanan ekonomik küreselleşme süreci ve kapitalizmin tahakkümü, Francis Fukuyama’ya gelmiş geçmiş en büyük entelektüel gaflardan birini yaptırarak, ‘tarihin sonu’nu muştulatmıştı. Ancak tek kutuplu dünyanın eşitsizlikleri, kısa sürede kendi karşıtını doğurdu ve alternatif küreselleşmeci hareket ‘başka bir dünya mümkün’ sloganıyla 1990’ların sonunda ortaya çıktı. Bu hareket, Amerika’nın o Pet Shop Boys ve Scorpions’ın ajitatif marşları eşliğinde çizdiği, kurucu ‘özgür dünya’ mitini sorguluyor; hem Üçüncü Dünya’nın borçları, hem çokuluslu şirketlerin tahakkümü, hem de Batı dünyasındaki sınıfsal eşitsizlikler üzerinden küresel bir mücadele örgütlüyordu. 1999’da Seattle’daki Dünya Ticaret Örgütü toplantısı protestoları, bu mücadelenin alevlendiği yer olmuş, protestolar sırasında kurulan Indymedia haberleşme ağıyla, Dünya Sosyal Forumu olarak bütün dünyaya yayılmıştı. Sol politikaların üstüne Doğu Bloku’nun çöküşüyle serpilen ölü toprağının kalktığı, yeni bir direniş anlayışının kök saldığı yıllardı bunlar.
Amerika’nın küresel imparatorluk kurma arayışına tek itiraz soldan gelmemişti. Bizzat ABD’nin 1970’lerden itibaren Sovyetler’i baskılamak için yetiştirip desteklediği köktenci gruplar, alternatif küreselleşmeciler gibi barışçıl yöntemlerle değil, kendilerine öğretilen terör yöntemleriyle Amerika’ya karşılık verdiler. 11 Eylül 2001’de, Dünya Ticaret Merkezi kulelerine düzenlenen saldırı bunun şahikası oldu. Her ne kadar saldırıların bağlantıları Amerika’nın sadık müttefiki Suudi Arabistan’ı işaret etse de, George W. Bush yönetimi hırsını kendisi için stratejik hedefler olan Afganistan ve Irak’tan çıkarmayı tercih etti. Bu arada alternatif küreselleşmeci hareketin yönü de savaş karşıtlığına dönmek durumunda kaldı. Özellikle 2003’te Türkiye de dahil olmak üzere pek çok ülkede verilen mücadele, Irak işgalini durdurmaya yetmedi ve hareketi büyük ölçüde sönümlendirdi, ancak alternatif küreselleşmecilerin pratikleri ilerleyen yıllarda kendini Occupy Wall Street, Avrupa’daki antikapitalist protestolar, Gezi ve Arap dünyasındaki demokrasi talepleri üzerinden yeniden üretti.
Diğer taraftan, Amerika’nın bütün dünyaya kulaklarını tıkayarak bodoslama daldığı coğrafyalarda yaptıkları da umduğu gibi kesin bir tahakküme yol açmadı. Aksine ABD ve NATO müttefikleri, hem Afganistan’da, hem Irak’ta çamura saplandılar. Geçen yirmi yıl, diş macununu tüpe geri sokma çabasıyla geçti. Geçtiğimiz günlerde de Amerika, Saigon’u birebir hatırlatan görüntülerle Afganistan’dan kelimenin tam anlamıyla kaçtı.
Hegemonik bir projenin çöküşü
Amerika ve Batı dünyasının Afganistan hezimeti, pek çok anlamda hegemonik bir projenin çöküşü anlamına geliyor. Tek kutuplu dünyanın otuz yıllık serüveni, bir tahakküm değil, kaos ortaya çıkardı. Tek kutup iddiasını çürüten süper güçler Rusya ve Çin bir tarafa, ortalık ülkesini süper güç yapacağını iddia eden popülist otokratlardan da geçilmiyor. Amerika tek başına at koşturmayı planlarken, yarışta müttefiklerinin bile kendisine karşı yarışan atı var şimdi.
Taliban’ın Amerika’yla olan mücadelesinden galip çıkması, memleketimizdeki her sakallıyı dedesi sananların yaptığı gibi anti-emperyalist bir zafer olarak kutlanabilecek bir şey değil. Zira bu coğrafyadaki hiçbir şey ‘biz’ ve ‘onlar’a indirgenebilecek kadar basit değil. Amerika’nın tahakküm projesinin çöküşü arzulanan bir sonuç olsa dahi, beraberinde çökenlerin bir kısmı yıllarca süren mücadelelerle elde edilen kazanımlardı. Emperyalizmi çökertmek güzel ama beraberinde evrensel insan hakları, hukukun üstünlüğü, demokrasi gibi şeyleri de kaybetmek biraz ağır bir fatura. Afganistan hakkında hüküm verirken, kendimizi biraz Afgan kadınların yerine de koyup düşünmek gerekiyor mesela.
Batı medeniyet anlatısının çöküşü
Yaşadığımız günlerin yalnızca Afganistan özelinde değil, Türkiye’yi de ilgilendiren sonuçları olacak. Geride bıraktığımız otuz yıl, Batı dünyasının insanca yaşamaya dair tüm değerleri kendi üstünlüğünü meşrulaştırmak için kullandığı bir dönemdi. Ancak şimdi o değerler gitti ama üstünlük iddiası kaldı. Şu son bir haftada; Almanya Afganistan’ı terk ederken bira ve şaraplarını uçağa alıp beraber çalıştığı Afgan memurları ülkede bıraktı, İsveç ve Hollanda resmi görevlileri Afgan çalışma arkadaşlarına haber bile vermeden kaçtılar, Amerikalılar birlikte çalıştıkları tercümanları Taliban’ın birinci dereceden hedefi olacaklarını bile bile arkasında bıraktı. Diğer taraftan, Birleşik Krallık, dünyanın en seçkin burslarından biri olan ve katılanların yalnızca yüzde 2’sinin alabildiği Chevening Bursu’nu kazanan 35 Afgan gencin vize işlemlerini durdurdu. Fransa Devlet Başkanı Emmanuel Macron, canını kurtarmak için uçak tekerleklerine sarılan insanlara ‘düzensiz göç akışı’ diyerek insan muamelesi bile yapmadı; Türkiye, İran ve Pakistan’a isim vererek göçmen hapishanesi görevi yükledi. Yunanistan Başbakanı Miçotakis, ülkesinin göçmenlerin durağı olmayacağını söyledi. Yalnızca Afganistan hükümetinin değil, Batı’nın medeniyet anlatısının da çöküşünü izledik birkaç günde.
Son otuz yılda Batı üstünlüğünü değerler üzerinden savunuyordu. O değerleri kendi çiğneyince, üstünlük iddiasının tek dayanağı Batılı olmak kaldı. Yani sömürgecilik döneminin anlatısına döndük; Batılı olduğu için üstün insan olan Batılılar ve Batılı olmadığı için hiçbir zaman onlarla eşit olamayacak olan diğerleri. Evrenselliği kabul edilen değerlerin hepsinin tapusunun kendilerine ait olduğunu iddia etmeye geri döndüler. Bu, Batı dünyasının dışındaki otokratların da yıllardır dört gözle beklediği bir şeydi. Demokrasi, sivil toplum, hukukun üstünlüğü gibi değerlerin ‘Batı’nın oyunu’ olduğunu savlayıp, oto-oryantalist bir kültüralizmi kendi halklarına zulmetmek için bahane olarak kullanma fırsatı çıktı. Batı’nın düştüğü rezil durumu kendilerine yontmak için atmayacakları takla kalmayacak. Ülkemizdeki AKP’lilerin ve gizli müttefikleri ‘rakı içen AKP’lilerin’ Taliban’ın zaferine sevinme nedeni de bu. Sanki Avrupa Birliği’yle o utanç verici mülteci anlaşmasını Türkiye Cumhuriyeti hükümeti yapmamış gibi, Batı’ya değer sinyalizasyonu üzerinden kendi tiranlıklarını güzelliyorlar. Her sivil toplum girişimini ‘fonculukla’, sığınmacılara uzatılan her insanca eli ‘vatan hainliği’yle suçlayan ulusalcıların, aslında müthiş bir hayranlık duydukları Erdoğan rejimine utangaç desteklerini rahat rahat sunabilmeleri için bulunmaz bir fırsat çıktı. Bunu derken yalnızca her geçen gün kendini biraz daha rezil eden Perinçek tayfasını kast etmiyorum yalnızca; Enverci-Talatçı, gücetapar, sözümona muhalif milliyetçiler için de söylüyorum. Geçen hafta Altındağ’daki pogrom denemesine giden taşları rejimin makbul faşistlerinin önüne döşeyenlere yani.
Peki, ülkemizin çevresinin sömürgeci zihniyetiyle, Türkiye’deki çevremizin ise seküleriyle, İslamcısıyla faşizm destekçiliğiyle çevrelendiği şu ortamda ne yapılabilir? Türkiye’den başlarsak, savaş karşıtlarının meydanları yüz binlerce kişiyle doldurup, Meclis’i savaş tezkeresini reddetmek zorunda bıraktığı 2003’ten bu yana ülkenin büyük bir erozyon yaşadığı kesin. Aradan geçen zamanda şimdi Türkiye halkının büyük çoğunluğunun ‘oradan mülteci istemiyoruz’ diye bağırdığı ülkelere işgalci olarak girişimiz Meclis’ten benzer büyük çoğunlukların desteğiyle geçti. AKP’yle geçen yıllar, iktidarın emperyal hırslarını halkın dünyaya bakışına kadar yaymış vaziyette. Türkiye’de büyük bir kesimin Suriye’ye ve Afganistan’a dayanışmayla değil, tıpkı Macron’un Türkiye’ye baktığı gibi aşağılamayla ve iğrenmeyle baktığı gerçeği var önümüzde. Oysa emperyal güç olma hırsıyla başlayan macera, alt-emperyalizm durağını da pas geçip kompradorlukta durdu. Kendi ulusal çıkarını, yalnızca daha büyük devletlerin çıkarına doğru şekilde hizmet ederek gerçekleyebilen bir ülkeye dönüştük.
Bu koşullarda, ‘başka bir dünya mümkün’ düşünün yeniden uyandırılmasına çok ihtiyacımız var. Yaşadığımız küresel kabustan çıkışımız, hem bize, hem de bizden daha zor durumdaki halklara giydirilen gömlekleri reddetmekle mümkün olabilir. Evrensel insan haklarını, demokrasiyi, insanca bir yaşamı, yalnızca Batı dünyasına ya da kendimize değil, tüm insanlara layık görerek kurtulabiliriz. Buna savaş karşıtlığı da dahil, otokrasi karşıtlığı da, lisanssız aşı da, lisanssız tohum da, iklim kriziyle küresel mücadele de. ‘Başka bir dünya’nın mümkün olup olmadığı değil şu an konuşmamız gereken, nefes alabilmek için elzem olduğu.
Dünyanın büyük kısmı için 1990’lardan itibaren, bizim için ise 1980 darbesiyle başlayan kapitalist tahakküm, bize hep bencilliği salık verdi. Ayn Rand’ın peygamberi olduğu bir tarikatın müridi yapıldık zorla. Ancak deniz de bitti, ağaç da, doğa da, özgürlük de… Kurtuluşun ya hep beraber ya hiçbirimiz için olduğunu yeniden, üstelik dünya çapında idrak etmemiz gereken zamanlardayız. Bakalım başarabilecek miyiz?