OLGA ÜNAYDIN AZİZOĞLU
Sansür gündemden düşmüyor. Yalnızca geçen ay sinemadan müziğe, tiyatrodan sergiye sanat alanında yaşanan susturma girişimleri bile sansürün Türkiye’nin ne kadar iliklerine işlediğini göstermeye yetiyor.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve hükümet sansüre karşı olduklarını açıklasalar da uygulamaya bakıldığında ‘toplumsal hassasiyetler’ gerekçe gösterilerek, pek çok sanat eserine müdahale edildiği görülüyor.
Örnekler saymakla bitecek gibi değil: Altın Portakal’da Reyan Tuvi’nin ‘Gezi’ temalı belgeseli, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaret mesajları içerdiği gerekçesiyle sansürlendi.
Fazıl Say’ın Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın 2014-2015 sezonu için hazırladığı eserler programdan çıkarıldı.
İstanbul Devlet Tiyatroları’nda sahnelenen, ‘Güneş Batarken Bile Büyük’ oyunundaki bazı erotik ifadeler makaslandı.
Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü, Shakespeare’in iktidar hırsını anlatan ‘Macbeth’ adlı oyununu kasım ayı programından çıkardı.
Sansür ve Türkiye Sanat Kurulu (TÜSAK) tasarısıyla ilgili tartışmaların alevlenmesi sonucu, Devlet Tiyatroları Genel Müdür Vekili Mustafa Kurt ile İstanbul Devlet Tiyatrosu Müdürü Şakir Gürzumar istifa etti.
Son olarak, Trabzon Devlet Tiyatroları Müdürü Birkan Görgün sosyal medya hesabından bir ‘veda’ mesajı yayınladı.
Sanatçıları işlerini yapamaz hale getiren sansür neye hizmet ediyor? Türkiye’de sansür mekanizması nasıl işliyor? Yıllardır sanatta sansür vakalarını inceleyen Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Misafir Öğretim Üyesi Banu Karaca, devletin kültürel ve sanatsal üretim üzerindeki baskısının son dönemde daha açık yaşanmaya başladığını söylüyor.
“Türkiye’de söylenemez olanın alanı net olmayan bir şekilde belirlenmiştir. İfade özgürlüğüne yapılan müdahaleleri bilhassa başarılı kılan da esasen bu keyfiyettir” diyen Karaca’yla, A’dan Z’ye sansürü konuştuk.
Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, geçtiğimiz günlerde, “‘Bakanlık sansür yaptı’ demek kolaycılık. İddia ediyorum, kültür sanat mahallesinin ideolojik muhtarlarının yaptıkları baskılar karşısında en özgürlükçü pozisyon bakanlığa aittir” dedi. Sizce kültür sanat dünyası hakikaten daha mı sansürcü?
Bu argümanı uzunca tartışabiliriz. Sonuçta nerede güç asimetrisi varsa orada sansürle karşılaşıyoruz.
Daha önemli soru şu: Kültür Bakanlığı sanat ve sanatçıyı korumak için ne yapıyor? Anayasa güvencesindeki ifade özgürlüğüyle bilim ve sanat özgürlüğünün önündeki kısıtlamaları kaldırmak için ne öneriyor? Yaratıcılığın önemli bir bileşeni olan sanatsal ifade özgürlüğünün önünü açmak için hangi yöntemleri öneriyor? Sanatı ve sanatçıyı desteklemek için gelecek vizyonu nedir?
Siz özellikle devlet sansürünü inceleyen bir akademisyensiniz. Devlet sanatçıya nasıl sansür uyguluyor?
Türkiye’deki sansür tartışmaları genelde ifade özgürlüğünü engelleyen, baskıcı ve yekpare bir devlet yapısı üzerinden yapılıyor. Ama yakından bakıldığında durum daha karmaşık.
80 darbesine ve sonrasındaki döneme damgasını vuran yasaklayıcı girişimlerden farklı olarak, sanattaki mevcut sansür mekanizmaları sanatsal ifadelere ve onların yayılmasına ilişkin olarak gayrimeşrulaştırma, yıldırma, engelleme, hedef gösterme ve yalnızlaştırma amaçları güdüyor. Pek çok sansür vakasında bunu görmek mümkün.
Bir örnekle açar mısınız?
Sanatçı Halil Altındere’nin yaşadıkları, tabloyu net bir biçimde önümüze koyuyor. Altındere, 2005 İstanbul Bienali’nde bir sergi hazırlamıştı. Sergideki işlerin çoğu militarizm, milliyetçilik ve Kürt hak mücadelesi gibi doğrudan politik temalarla ilgiliydi. Açılıştan bir ay sonra sergiye suç duyurusu yapıldı. Önce sergi kataloğu için toplatma kararı çıkartıldı, ardından Altındere hakkında o zamanki TCK 301’den dava açıldı. Mahkeme bir süre sonra kataloğun toplatılmasına yer olmadığına karar verdi, Altındere de yargılama sonunda beraat etti.
Olan sergiye olmuş gibi görünüyor…
Sadece o kadar değil maalesef. Sonradan iptal edilen toplatma kararı serginin meşruiyetini zedeledi. Geçici yasak, medya kanallarını söz konusu resimleri yayınlama konusunda sindirdi. Politik meselelerin kendileri değil temsilleri problematik addedildi. Bu gayrimeşrulaştıma hareketi Altındere’yi hedef tahtasına koydu.
Polis, afişi sakıncalı bulunca
Hedef gösterme en etkili yöntemlerden biri mi?
Ne yazık ki bazı medya kanalları bunu çok efektif bir şekilde yapıyor. Üstelik hedef gösterme dediğimiz şeyin hukuki sınırları çok katı, yani saat ve yer vererek bir saldırıya davet etmediğiniz sürece hedef göstermiş sayılmıyorsunuz. Kimi basın kuruluşları da bunu kendi lehlerine kullanmayı çok iyi biliyor.
Hafriyat Karaköy’de gerçekleşen, ‘Allah Korkusu’ başlıklı sergi ile Kumbaracı50’de prömiyer yapması planlanan, ‘Yala ama Yutma’ adlı oyunda bunları çok net bir şekilde yaşamıştık. ‘Yala ama Yutma’nın gösterileri iptal edilirken, oyuncular tehdit almıştı. Bu süreçte polise başvurmak da ayrı bir sorun.
Neden? Polis sanatçıyı korumuyor mu?
Sanat etkinliklerine müdahale etme konusunda polisin takdire bağlı yetkileri bulunuyor. Mesela, Hafriyat kolektifi ‘Allah Korkusu’ sergisinin açılışı için polis koruması istemişti. Ama gelen polislerden bazıları, afişlerden bazılarını ‘sakıncalı’ bulmuş ve daha ayrıntılı bir araştırma yapmak için terörle mücadele ekipleriyle birlikte yeniden gelmişlerdi. Günün sonunda bazı eserler sergiden çekilmişti.
Yine Ahmet Öğüt’ün, Taksim’deki bir otelin tepesinde 20 gün duran ve ‘Hafif zırhlı’ adını verdiği video animasyonu, bir polis ekibinin itirazı üzerine kaldırılmıştı.
Bu polis müdahalelerinin altında ‘kamu düzenini bozma’ ve ‘toplumsal hassasiyetler’ argümanları mı yatıyor?
Genellikle. ‘Toplumsal hassasiyet’ lafını duyduğumuzda alarma geçmemiz lazım. Hassasiyetten bahsedenler, aslında kendi çıkarlarını düşünenler. Sormak lazım, kimin hassasiyetinden bahsediyorsunuz, kimi temsil ediyorsunuz diye.
Bir de Türkiye’de bir sanat etkinliğinin kamu düzenini bozabileceği kanısında oldukları takdirde yerel idareciler de, kendi bölgelerindeki sinema, müzik ve tiyatro gösterilerini engelleme inisiyatifine sahip.
Mesela, İmre Azem’in yönetmenliğini yaptığı, İstanbul’daki kentsel dönüşüm sürecini sorgulayan ‘Ekümenopolis-Ucu Olmayan Şehir’ belgesel filminin Enez’deki gösterimi kaymakamlıkça iptal edilmişti. Gerekçe olarak da filmin izleneceği alanda trafiğin aksama ihtimali gösterilmişti. Bu tarz bahanelerle özgür ifade engellenebiliyor.
Sanatçıyı kimden koruyorsunuz?
Çoğu zaman şöyle şeyler de oluyor. Bir sanatçının eseri sakıncalı bulunduğu için sergiden çıkarılıyor veya filmi gösterilmiyor. Bir başka sanatçı çıkıp “Onun iyiliği için böylesi daha iyi” diyor. Bu sansüre destek mi?
Şu atmosferde elbette böyle bir kaygı olabilir ama tabii sormak lazım. Sanatçıyı kimden ve ne için koruyorsunuz? Onun için iyi olanın bu olduğundan emin misiniz? Yoksa mücadeleden mi çekiniyorsunuz?
Aslında burada yapılan ifade özgürlüğünün altını oymaktan başka birşey değil.
Sanatçı Burak Delier’in 2005 İstanbul Bienali kapsamında gerçekleşen Serbest Vuruş’ta sergilenmesi planlanan ‘Muhafız’ adlı bir fotoğraf çalışması vardı. Ancak bu çalışma sergilenemedi. Çünkü Delier, bazı meslektaşlarının, “Bu çalışma senin başına iş açacak” telkinlerinin neticesinde eserinin kaldırılmasına onay vermişti. O çalışma, sanatçının meslektaşları tarafından duvardan indirildi.
Bizim öncelikle ifade özgürlüğünü bir mücadele alanı olarak görüp, bunun ne olduğunu tartışmamız gerekiyor.
İktidar sanatı niye kontrol altına almak ister?
Belli ki sanatın dönüştürücü gücüne iktidar da inanıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 8 Mayıs 2012 tarihli Kahramanmaraş mitinginde yaptığı konuşmada sanatçılar için şöyle demişti: “Bunlar sanatı toplum için yapmazlar. Bunlar elitisttir. Hem devlet hem şehir tiyatrosundan maaş alacak, sonra da istediği zaman dizi filmlerde oynayacak, her yerden nemalanacak. Yıllarca aşağıladılar bu milleti…”
Erdoğan’ın bu söylemi toplumun büyük bir kesiminde yankı buluyor.
Neden destek görüyor bu söylem?
Bu sorunun cevabını Cumhuriyet’in kültür politikalarında aramamız lazım. Tarihsel olarak baktığımızda Cumhuriyet’in kültür politikalarının çelişkiler üzerine kurulu olduğunu görürüz.
Bu politikada bir yandan, “Sanatçılar halkın parçası olacak” denilerek sanat ve hayat arasındaki sınır kaldırılmaya çalışılıyor, ama eş zamanlı olarak ‘sanatı halka getirme‘, ‘sanatçının halka inmesi’ gibi tam tersi bir politika güdülüyor. Bu tartışmalar 1920’lerde de 1970’lerde de var. Bugünkü iktidarın yaptığı, işte bu haseti sürekli körüklemek.
Sanatın elbette siyasetle ilişkisi var
İktidar sansür uygulayarak aynı zamanda muhafazakar bir sanat anlayışını hâkim kılmaya mı çalışıyor?
İktidarın ne kadar ve hangi derece homojen bir sanat anlayışı olduğu tartışmalı bir konu. Maksat hegemonik bir sanat anlayışını ortaya koymak mı, gerçekten böyle bir sanat vizyonları var mı, yoksa keyfi bir şekilde sanatın iktidar eleştirisini ve bu eleştirel kapasitenin dolaşımını kısıtlamak mı asıl amaçları?
Sanatın siyasetle işi olmaz mı? “Politik bir derdi olan sanat yapmayı bıraksın, Meclis’e gelsin” diyen siyasetçinin haklılık payı var mı?
Siyasetçinin bunu söylemeye hakkı vardır. Böyle düşünüyor olabilir. Ama siyasetçi bunu söyleye söyleye bir korku ve sindirme ortamı yaratamaz. Sanatçıya yasaklar koyamaz, onu hedef gösteremez. Sanat ve siyaseti ayrı yerlere koyup, bunun sanat dünyasında bir karşılık bulmasını bekleyemez.
‘Sanatın siyasetle ilişkisi yok’ demek, son derece sorunludur. Hayatın her alanının siyasetle ilişkisi olduğuna göre elbette sanatın da olacaktır.
İktidar cesaret veriyor
Türkiye’de sansür niye bu kadar yaygın?
İktidarın her türlü muhalefeti kırma ve sindirme amaçlı sürekli uyarı veren hali, sadece kültür ve sanat üreticilerinde değil, her alanda içselleştirilmiş bir endişe duygusuna dönüştü. Bu da üst kademeden alta, bürokratları ve devletin çıkarını gözeten birey ve kurumları ifade özgürlüğüne keyfi müdahalelerde bulunma konusunda cesaretlendirdi.
Türkiye sansüre alışık bir toplum olduğu için mi bu tarz olaylarda cılız, sadece belirli bir çevreyle kalan tepkiler ortaya çıkıyor?
Türkiye’de ortaya çıkan tepkiler olayların yaşandığı sektörlerin etkinliği ve büyüklüğü oranında duyulur oluyor. Elbette sinemada ya da bir festivalde yaşanan bir sansür vakası, bir sergide yaşanandan daha fazla duyuluyor.
Ayrıca özellikle son yıllarda hayatımızı ilgilendiren en önemli, en hayati konuların bile çeşitli baskı mekanizmaları ve hatta görünmez sansür ve oto-sansür yüzünden basında yer alamadığını düşünürsek, sansür vakalarının ya da buna karşı verilen örgütlü tepkilerin de kendine bu mecralarda yer bulamaması şaşırtıcı değil.
Sanatçılar neden sansürle başa çıkamıyor?
Özellikle güncel sanat camiasında güçlü bir örgütlenme yok. Yalnızlaştırma, sansürün en büyük amaçlarından biri olduğu kadar uygulanabilmesini de sağlayan şey. Aynı zamanda umut veren gelişmeler de var. ‘Sanat Örgütleniyor’ girişimi ve Altın Portakal sürecindeki dayanışma çok önemli. 2011 yılında Malatya’daki festivalde Aydın Orak’ın ‘Berivan’ filminin gösterimi engellendiğinde böyle bir dayanışma oluşmamıştı.
Siz, sansür vakalarını araştıran Siyah Bant oluşumunun da kurucularındansınız. Siyah Bant nasıl ortaya çıktı, amacınız ne?
Siyah Bant fikri, 2011’de Hrant Dink anısına atölye çalışmasına paralel kurgulanan ‘sansür’ başlıklı yuvarlak masa toplantısında ortaya çıktı. Toplantıda, sanatta sansür vakalarının sanatçılar arasında bile çok fazla bilinmediğini, tartışılmadığını, belgelenmediğini ve en önemlisi sansüre karşı ortak bir dayanışma ağının olmadığını gördük.
O günkü toplantıya katılan bir grupla, Ağustos 2011’de web sitemizi açarak çalışmaya başladık. Siyah Bant’ta sanatta sansür vakalarını araştırarak, belgeleyip analiz ederek, bir bellek oluşturmayı amaçlıyoruz. Kamuoyuna duyurulmamış vakalar için birçok kentte yüzyüze görüşmeler yapıyoruz. Bazı sansür vakalarında milletvekilleri aracılığıyla TBMM’ye soru önergeleri veriyoruz.
En büyük amaçlarımızdan biri de sanatçılar arasında bir dayanışma ağı oluşturmak. Şimdiki çalışmalarımızı bu konu üzerinde yoğunlaştırdık.