BAHADIR KAYNAK
Ülkedeki sığınmacı sorunu, sonunda üst düzey siyasetçilerin birbirini düelloya davet etmesine kadar giden (evet abartıyorum) tuhaf gelişmelere kapı araladı. Geçen haftalarda Zafer Partisi genel başkanının gündeme tekrar taşıdığı meselenin toplumda ciddi yankı yapması, kitlesel infiale siyaset kurumunun da cevap vermek zorunda kalması, içişleri bakanını öfkelendirmiş görünüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bile en azından söylem değiştirdiği, sığınmacı sorununa el atacağını söylediği bir ortamda bakan Soylu doğrudan Özdağ’ı hedef alarak hayli ağır ifadeler kullandı. Bunun sonucunda da Özdağ, Soylu’yu sert bir konuşmayla teke tek karşı karşıya gelmeye davet etti. Silahsız geleceğini de ekledi.
Rahmetli Çetin Altan bizim kültürümüzde düellonun bulunmadığına, bunun yerine pusu kurmayı tercih ettiğimize hayıflanırdı. Her ne kadar Özdağ’ın daveti doğrudan bir düello çağrısı olmasa da karşılıklı kullanılan üsluplar Altan’ın haklı olduğunu düşündürüyor.
Bu yazının başlığına da ilham veren Cyrano de Bergerac oyunu Avrupalıların bu konularda bizden çok ileride olduğunu gösterir. Gerçek bir şahıstan alınan ilhamla yazılan oyunda Cyrano de Bergerac, iri burnuyla dalga geçen hasmını düelloya çağırır. Bir yandan kılıç şakırdatırken diğer yandan şiir okuyarak rakibinin hakaretlerine edebi biçimde cevap yetiştirir. Arada bir de “Baladın sonunda bitiktir işin” diye eklemeyi ihmal etmez. Son sahnede tahmin edileceği gibi ölümcül darbeyi indirirken de bu unutulmaz dizeyi tekrarlar. Umut edelim de bizim siyasetçilerimiz işi bu noktaya getirmesin. Kullanılan üsluba bakılırsa zaten bu karşılaşmadan iyi bir şiir de çıkmaz.
İşin magazin tarafını bir kenara bırakıp sığınmacı sorununun içeride yarattığı tansiyonun sonuçlarına bakmak istiyorum. ‘Geceden Mülteci Kederim‘ başlıklı yazımda konuya değinmiştim ama hem konu sıcaklığını koruyor hem de birkaç alternatif senaryoyla konuyu detaylandırmak faydalı olur.
Siyaset boşluk kaldırmaz
Her şeyden önce daha önce hiçbir konuda böylesine bir toplumsal basınç biriktiğini hatırlamıyorum. O zamanlar sosyal medya olmadığı için fazla iskonto ediyor olabilirim ama 1990’lardaki karakol baskınları zamanında bile kitlesel infial bu seviyeye ulaşmamıştı denebilir.
Ekonomik kriz ve süregiden yoksullaşma süreci sebebiyle zaten gerilen toplum, yabancıların şehirlerde yarattığı sorunları giderek büyüyen bir rahatsızlıkla karşılıyor. Hükümetin mültecilere yönelik açık kapı politikasının zaman ilerledikçe kanıksamaya değil, öfkeye dönüştüğü görülüyor. Açıkçası büyük muhalefet partilerinin böylesine bir yarayı yeterince kaşımaması, daha küçük bir siyasi partinin bu gedikten girip büyük etki yaratmasına imkân sağladı. Siyaset boşluk kaldırmaz, böylesine büyük bir toplumsal duyarlılığın ana gündem maddesi olması kaçınılmaz.
Alternatif çözüm senaryoları
Mülteci sorununun giderek artan bir yoğunlukta kamuoyunu meşgul edeceği varsayımıyla hükümetin önündeki alternatif çözüm senaryolarını inceleyelim.
İlk alternatif, bugüne kadar sürdürülen kulağının üzerine yatma, konuyu önemsizleştirme yöntemi diyebiliriz. Bu tür bir tercihin avantajı, dış politikada zaten mevcut sıkışıklığa ilave yeni bir kısıt getirmeyecek olması. Yani hükümetin sadece Türkiye’deki sığınmacıları geri gönderme hedefiyle yeni bir pazarlığa girmesi, hamle yapması gerekmeyecek. Göstermelik birkaç tedbirle konuyla ilgileniyormuş gibi görünmeyi de bu alternatifin bir parçası olarak değerlendirebiliriz. Bu yolda devam edilmesi, seçime doğru iktidarın ciddi bir toplumsal hassasiyete cevap vermemesi ve zaten elinin zayıfladığı bir süreçte yeniden kan kaybı yaşaması anlamına gelecek. Erdoğan, elindeki medya gücünü de kullanarak bazı göstermelik önlemler alıp bunun parlatılmasını sağlamayı deneyebilir ancak sosyal medyadaki canlılığı düşünerek bu tür bir stratejinin uygulanabilir olduğunu düşünmüyorum. Eninde sonunda seçim öncesi bir adım atılması ihtimali daha yüksek ancak bu senaryoyu da bir kenara yazmış olalım.
Diğer tüm alternatifler hükümetin mülteci meselesiyle ilgili tedbirler almasını içeriyor. Bunların içinde en başta geleni, sayısı 4 milyona ulaşan Suriyelilerin eve dönmesi için bir plan geliştirilmesi (Suriyelilerin Avrupa’ya gönderilmesini ihtimal dışı gördüğüm için o seçeneği eliyorum).
Kamuoyunda en sık duyduğumuz önerilerden biri, Esad ile anlaşma sağlayarak savaş sebebiyle ülkemize kaçan insanların geriye dönüşünün sağlanması. Şam yönetimi bir kez daha savaşta karşısında yer alan muhalif gruplara yönelik af çıkarırken, içeride bu fırsattan istifade sığınmacıların geri gönderilmesini söyleyen sesler artıyor. Bu görüşe göre savaş bittiğine ve af da çıktığına göre Suriyelilerin geri dönmesinin önünde engel kalmıyor. Bu basit çözümün iktidar tarafından bir türlü uygulanmaması ise ideolojik takıntılarla açıklanıyor.
Oysa bugüne kadarki örnekler Erdoğan’ın kendine özgü pozisyonlar almasına rağmen sıkıştığı zaman pragmatik davranabileceğini gösteriyor. Son olarak İsrail cumhurbaşkanının ziyareti, Suudi veliaht prensiyle kucaklaşma vakaları bu durumu teyit ediyor. Mısır’la da yakınlaşma arayışları devam ediyor. Gelgelelim Esad’la el altından temaslar sürmesine karşın Erdoğan bir türlü kendisini rahatlatacak bu kararı alamıyor. Neden?
Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin eve dönme isteğinin yıllar içerisinde net biçimde azaldığını gözlemliyoruz. Kamuoyu yoklamaları “Savaş biter ve istediğim durum oluşursa dönerim” diyenlerin oranının yüzde 16’ya kadar düştüğünü gösteriyor. Dolayısıyla zaman geçtikçe gelen insanlar burayı daha fazla kendi memleketleri olarak benimsiyor. Böyle bakıldığında hükümetin Suriyelileri evine göndermesi, zor kullanılmasını gerektirecek.
Kendine burada bir gelecek kurmuş, geri döndüğünde başına ne geleceği belirsiz bunca insanın palas pandıras kapıya konulması, Suudi veliaht prensiyle kucaklaşmanın çok ötesinde bir etki yaratacaktır. Üstelik savaş sırasında muhalefet tarafında yer almış birçok kişinin geri döndüğünde -bütün garantilere rağmen- güvenliğinin garanti edilemeyeceği çok açık. 2011’de başlayan ayaklanmalara yol açan siyasi atmosfer olduğu gibi duruyor; üstüne bir de 10 yılı aşan savaşın getirdiği nefret ve karşılıklı güvensizlik var. Esad’ın bile kapı dışarı edip kurtulduğu bu kitleyi baş ağrısı olarak düşünüp Türkiye’de kalmasını tercih edeceğini düşünebiliriz. Dahası fırsat bulduğunda Suriye’nin kuzeyinde kontrol ettiğimiz alanlardaki muhalif unsurları da bize doğru itekleyip tuzsuz aşım, kaygısız başım diyeceğini tahmin edebiliriz.
Karşımızda buradan gitmek istemeyen, karşı taraftan reddedilen bir kitle, bir de tampon bölgelerde kalakalmış milyonlar var. Esad topraklarını geri istiyor ama üzerinde yaşayanlar konusunda aynı hevese sahip mi, şüpheliyim.
Buradan geliyoruz üçüncü alternatife. Mülteci tartışmaları alevlenirken Erdoğan 1 milyon mültecinin İdlib’e yerleştirileceğine dair bir ifade kullandı. Bu, pratik bir çözüm gibi görünmekle birlikte Suriye’nin bölünmüşlüğünü kalıcılaştıran, mevcut sorunu kemikleştiren bir adım olur. Erdoğan böylelikle içerideki baskıyı hafifletirken, ikinci seçenekte belirttiğimiz tatsız durumdan kaçınabilir.
Elbette bu çözüm de ancak belli bir gruba uygulanabilir zira büyük şehirlere yerleşmiş, işini gücünü kurmuş insanların böyle bir zorlamaya direnmesi kaçınılmaz. Ancak daha büyük sorun, Suriye ve Rusya ile yaşanacaktır. İktidarın bu yöne meylettiğini gösteren söylemi, Esad’la köprülerin tamirine değil bilakis sorunların derinleşeceğine delalet eder. Üstelik daha Suriye’de savaş tamamen sönümlenmedi. Rusya’nın, Ukrayna’daki güçlükleri mevcut durumu zorlamak isteyen aktörlerin iştahını artırabilir. Balkan Savaşı’nın son raundunda sağlanan teselli gibi bir fırsat kollanabilir. İktidar, mevcut koşullarda Esad’la anlaşmak yerine Suriye’nin parçalanmışlığını kalıcılaştırmak pahasına ileri adımlar da atmayı deneyebilir. Buradan da mültecilerin kısmen sınırın ötesine yerleştirilmesini sağlayacak bir çözüm arayabilir. Bu senaryonun gerçekleşme ihtimali bence düşük değil.
Kimin ayakta kalıp kimin devrileceğini ise ancak balat bittiğinde göreceğiz.