BAHADIR KAYNAK
bahadir.kaynak@altinbas.edu.tr
Başlığı Ahmet Kaya’dan attığımıza göre konuyu son yılların en hüzünlü konularından seçmemizde bir mahsur yok. Gerçi mülteci dendiğinde toplumun genelinde hüzünden çok öfkenin hâkim duygu olduğunu görüyoruz ama bunca insanlık dramının yaşandığı bir mesele bu tanımlamayı hak ediyor diye düşünüyorum.
Çoğu savaş koşullarından kaçmak suretiyle ülkemize gelmiş milyonlarca sığınmacı son yılların en sıcak konularından birisi. Nitekim geçen hafta bir kez daha sosyal medyada patlayıverdi.
Toplumda için için yanan bu ateşi harlayan, bu defa Afgan mültecilerin ülkeye girmesi değildi. Geçen yaz, zaten sayıları 4 milyonu bulan Suriyeli mülteciler sebebiyle duyulan rahatsızlık, Taliban’dan kaçan bir grup Afgan’ın Türkiye’ye sığınmasıyla had safhaya ulaşmıştı. Bu defa böyle somut bir olayla karşılaşmadık ancak Zafer Partisi genel başkanının iktidara geldiklerinde mültecileri evlerine göndereceklerini söylemesi fitili ateşledi. Bu ifadenin toplumda yoğun destek bulması üzerine bu defa diğer büyük muhalefet partileri furyaya katıldı. Son olarak da iktidarın tek yetkili ağzı Erdoğan, uzun yıllar boyunca mültecileri geri göndermeyeceğini belirtmesine rağmen pozisyon değiştirerek sığınmacıları evlerine yollamanın yollarını arayacaklarını söylemek durumunda kaldı. Ülkedeki milyonlarca yabancının uzayan misafirliğine tepki gün geçtikçe büyürken böylesine karizmatik bir siyasetçi bile kitleyi karşısına almaya cesaret edemedi. Zira yara kangrene dönerken, mültecilere duyulan tepki yabancı düşmanlığından ırkçılığa bir dizi tatsız biçimleri de kapsamaya başlarken artık sözle, yönlendirmeyle durumu kontrol etmenin olanağı kalmadı.
Zor koşullarda vatanlarını terk edip yurdumuza gelmiş insanlarla empati kurmaya çalışmak küfür yemenin en garantili yollarından birisi. Hele bir de son 150 yılda Kafkaslardan Balkanlardan göçerek Anadolu’yu yurt edinmiş insanlarla benzerlikleri işaret ederseniz daha da ciddi öfke patlamalarına maruz kalabilirsiniz. Zaten yazının amacı da sığınmacılara ilişkin ahlaki tutum nedir diye tartışmak değil, bu vakıanın sonucu olarak iç politikadan dışarıya taşan zorlukları ele almak.
Mültecilere ilişkin tartışmalar bugün iç siyasetin konusu olsa bile sorunun kökeninde çok ağır bir dış politika bozgunu, Suriye’de iktidarı devirme amaçlı çıkılan yolculuğun geri tepmesi bulunuyor. Üç ila altı ay ömür biçilen Esad rejiminin biraz İran’ın ama daha çok Rusya’nın desteğiyle ayakta kalması, dahası Türkiye’nin desteklediği muhalif gruplar dahil olmak üzere milyonlarca vatandaşını şiddet kullanarak sınırları dışına sürmesi bugüne kadar devam eden insani krizi yarattı.
Bugün Ukrayna’da yaşanan şiddet görüntüleri karşısında haklı bir hassasiyet gösteren dünya kamuoyu Suriyeli sivillere uygulanan bilinçli vahşet karşısında kafasını öbür tarafa çevirmekle yetindi. Oysa Suriye ordusu ve arkasındaki Rus askeri gücü, güvenilmez bulduğu kitleleri, sivil yerleşimleri ayrım gözetmeksizin bombalamış, insanların can korkusuna kapılıp kaçmasını bilerek ve isteyerek sağlamıştı. Yani Suriye sınırları dışına can havliyle kaçan insanlar savaşın yan etkilerinden, yanlışlıkla zarar görme ihtimalinden değil, doğrudan kendilerini hedefleyen bir şiddetten kaçıyordu. Sıradan insanları hedefleyen bu barbarlığın sebebi de ayakta kalmaya çalışan rejimin bir daha içinden kendisi için bir tehdit üretilmesine imkân vermeyecek biçimde toplumu temizliğe tabi tutma politikasıydı.
Neticede Türkiye, Rusya’yla tutuştuğu vekaleten savaşı kaybetti ve Astana süreciyle birlikte kuzeyindeki büyük komşusunun ülkeye verdiği şekli kabullenmek zorunda kaldı. Sınırının ötesinde iğreti biçimde tutunmaya çalıştığı tampon bölgeler de iki sene önce yaşanan İdlib krizinde olduğu gibi Moskova’nın her an bir iğne batırıp patlatabileceği sorun yumakları olarak günümüze kadar geldi.
Türk dış politikasının Suriye krizinde uğradığı başarısızlık faturası ise eski dışişleri bakanı ve başbakan Davutoğlu’nun önüne getirildi. Milli Takım teknik direktörünün atanmasına kadar geniş bir alanda yetki kullanan cumhurbaşkanı ise bu bozgunun ve arkasından gelen mülteci krizinin sorumluluğunu, tıpkı Merkez Bankası rezervlerinin satışından haberi olmadığı gibi, üstüne almadı. Sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerindeki siyasetçilerin iyi şeyleri sahiplenmesi, olumsuzlukları ise fatura edecek kurban araması teamülü de böylelikle bozulmamış oldu.
“Yüz bin kişi kırmızı çizgimiz, üstüne çıkılırsa karşımayız ha” diye Suriye ve Rus ordularının önünden sınırımıza süpürülen insanlara ilişkin savurduğumuz tehdidin de boş olduğu kısa sürede ortaya çıktı. Bugün Türkiye’de doğan çocuklar da sayılırsa sadece Suriye’den ülkemize gelen göçmen nüfusun 4 milyonu bulduğu söyleniyor. Sınırımızın öte yanında Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından kontrol edilen bölgelerdeki nüfus da dikkate alınırsa Suriye’nin savaştan önceki nüfusunun üçte birinin kucağımıza itilmiş olduğunu söyleyebiliriz.
Bu akıl almaz rakamın Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne karşı pazarlık amaçlı kullanılacağına, Avrupalıların bu koşullarda Erdoğan’ın her istediğini yapmak zorunda olduğuna dair teoriler bir zamanlar çok revaçtaydı. Olayların gidişatı durumun hiç de öyle olmadığını, AB’den alabileceğimizin en iyisinin bir miktar maddi destek olduğunu gösterdi. Yani elimizdeki koz zannettiğimiz kartın maça papazı olduğunu kabul etmek durumundayız.
Bir zamanlar açık kapı politikasıyla sınırlarımızın içine aldığımız milyonlarca kişi giderek daha fazla bu topraklarda kök salıyor ve bu ülkeyi yuva olarak benimsiyor. Bunun sebebi burada gördükleri hüsnü kabulden daha çok gidecek başka bir yerlerinin olmaması. Ancak toplumun, içinde bulunduğumuz ekonomik krizin de etkisiyle bu vakıayı kabullenmek bir yana günden güne daha büyük bir sorun olarak algıladığı görülüyor. İktidarın bütün beklentilerine karşın kendi seçmen tabanında bile mültecilerin Türkiye’de kalıcı olma ihtimali hoş karşılanmıyor. Böylelikle, hele seçimler de yaklaşırken, halk içerisindeki bu büyük huzursuzluk çare bulunması gereken bir soruna dönüşüyor.
Asıl mesele ise Suriyeli sığınmacıların evlerine dönmesi ya da üçüncü ülkelere gönderilmesinin içeride hallinin mümkün olmaması. Bütün gücü elinde toplayan, ekonomiden yargıya bütün alanlarda istediği gibi kural dışına çıkıp ‘Vur kır, parçala, bu maçı kazan’ zihniyetine sahip iktidar, sınırdışına çıktığında uzlaşmak, ödün vermek zorunda kalıyor.
Sığınmacıların en azından bir kısmını kendi ülkesinde kabul etmek isteyecek yüce gönüllü başka bir ülke bulmak imkânsız sayılır. Bu durumda Suriyelilerin kendi ülkelerine dönüşünün ayarlanması dışında bir seçenek kalmıyor. Geçenlerde Erdoğan ile Esad arasında dolaylı da olsa bir mesaj trafiği olduğu iddiası işin bu tarafını da ilgilendiriyor olabilir. Cumhurbaşkanı, önümüzdeki seçimden önce mültecilerin bir kısmını evine gönderebilirse önemli bir kazanç sağlayacak. Ancak Esad hala kendi toprakları üzerinde ciddi askeri varlığı olan ve dışişleri bakanının ağzından ifade edildiği şekliyle nihai bir çözüme kadar kalmayı planlayan Ankara’ya güven duymuyor. Türkiye ve Suriyeli muhaliflerin ise Esad’a güvenmek için çok daha az sebebi var.
Neticede bu sorunu doğuran, sivillere karşı sistematik şiddet uygulayan Şam’daki rejimin ellerine kimse kendi kaderini teslim etmek istemez. Bazı emekli paşaların televizyonlarda söylemekten bıkmadığı, Esad’la anlaşıp işi şipşak halletme önerisi zakkumla kanser tedavisine benziyor. Bilhassa Rusya, Ukrayna savaşı sebebiyle dünya kamuoyunda izole olurken bu senaryo daha da güçleşiyor. Mülteci meselesi, Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğü gibi giderek sıkılmış diş macunu tüpüne benziyor. Geri dönmek olanaksız hale geliyor.
Geriye kalıyor geceden mülteci kederim…