MURAT SEVİNÇ
İnsanın ne yazacağını, ne söyleyeceğini bilemediği, yazmayı istemediği anlar oluyor. Konu nedeniyle, koşullar nedeniyle, olayın kahramanları nedeniyle vs.
Bıkkınlıktan, endişeden ya da yalnızca çaresizlik duygusundan kaynaklanmıyor bu insanlık hali. Ne yazmanız gerektiğinizi bilemiyorsunuz. Buna mukabil yazılması gerektiğini de düşünüyorsunuz ama.
Ardından, duyduğunuz ‘gereksinme’nin nedenleri üzerine düşünüyorsunuz. Belki şöyle bir ruh hali, anlatmayı denediğim: Karşınızdakine ‘sarılmak’ istediğiniz anlar vardır. Sevgiden, mutluluktan ya da acısını azaltmak için efkârdan. Peki bedeni yanmış, acı çeken bir insan ise karşınızdaki, nasıl sarılırsınız? Yanmış birine. İşte böyle bir duygudan söz ediyorum. Sarılırsanız acısı artacak bir insan karşısında, hiçbir şey söyleyemeden, boğazınızda bir yumruyla kalakalmak.
Cumartesi günü Ankara’da bindiğim metronun bir durağı, hastane/rehabilitasyon merkezine çıkıyor. Yürüyen merdivenlerde, önümde üç gencecik insan fark ediyorum. Taş çatlasa 22-23 yaşlarında. Çocuksu yüzler. Üçünde de koltuk değneği. Üçünün de birer bacakları yok. Kulak misafiri oluyorum. Birbirlerine, ‘Seninki de mi şarapnel?’ diye soruyorlar. Birlikte yürüyerek uzaklaşıyorlar. Konuşamadığım için adlarını öğrenemiyorum.
‘Yerli ve milli, dinine bağlı vatan evlatları’
Pazar sabahı, bir haberin/fotoğrafa bakıp duruyorum. Şırnak’ta öldürülen bir genç. Adı Hacı Lokman Birlik. Hakkında çıkan haberleri okuyorum rahat kanepemde. Kimi ‘militan’ diyor, kimi ‘sivil.’ Haberine güvendiğim gazeteler Birlik’in vurulduktan sonra, ‘yaralıyken’ öldürüldüğünü açıklıyor.
BirGün gazetesi, şu satırlarla özetliyor olayı (4 Ekim): “Şırnak’ın Dicle Mahallesi’nde… ayağından vurulan Birlik’in yere düştüğü, daha sonra özel harekât timlerinin yanına gelerek infaz ettiği iddia edildi. Görgü tanıklarının anlatımına göre, Birlik’i öldüren polisler kafasına basarak fotoğraf çektirdi… HDP Şırnak Milletvekili Faysal Sarıyıldız, Birlik’in karnı ve yüzünde çok sayıda mermi izi olduğunu belirterek, ‘Çenesi dağılmış, karnı ve ayakları paramparçaydı. Daha fazla dayanamadım, otopsiden çıktım’ diye konuştu…”
Birlik’in cenazesinin, benim vergimle alınan bir araca bağlanıp yerlerde sürüklendiğini gösteren fotoğraf yayınlanıyor. Görüntüleri de çıkıyor ortaya. YouTube’a koymuşlar. Ancak, görüntülerin içeriği ve aracı kullananların cenazeye ettiği küfürler nedeniyle yayından kaldırılmış.
Anayasa’sında laik ve demokrat bir hukuk devleti, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olduğu iddia edilen bir memlekette olup bitiyor bunlar. Cenazeyi küfürlerle yerlerde sürükleyenler, ‘kamu görevlisi.’ O kamu görevlilerinin kendilerini ‘yerli ve milli, dinine bağlı vatan evlatları’ olarak tanımladıklarına hiç kuşkum yok.
Hiçbir analiz yaraya merhem olmaz
Bir önceki Diken yazısında, toplumu bir arada tutan başlıca kural demetlerinden söz etmiştim. Hukuk, din ve ahlak kuralları. Her kimin olursa olsun, bir cenazenin küfürler eşliğinde yerlerde sürüklenerek parçalanması, hangi din, hangi ahlaki ilke ve hangi yasayla meşrulaştırılabilir?
Ancak bu yazıda kamu görevlilerinin ihlal ettikleri hukuk kurallarını vs. anlatacak değilim. Zaten sorumlularının başına pek bir şey gelmeyeceği kanısındayım. Türkiye, yaşananların pozitif hukuk kuralları açısından değerlendirilmesi eşiğini aşalı çok oldu. Bu nedenle boş verelim şimdilik.
Böyle anlarda herkes, olup biteni bildiğince ve meşrebince değerlendirir. Kimi, ‘İyi olmuş, zaten teröristmiş beter olsun’ der. Beriki, ‘İyi de onlar da yapıyor aynısını.’ Bir diğeri ‘Canım bunlar yeni şeyler değil, hep vardı’ görüp geçirmişliğiyle girer konuya.
Bu arada, biz ölümlülerden farklı olarak her daim ‘büyük fotoğraf’ı görebilenlerin sesi duyulur arada bir yerlerde. ‘İşte savaş böyle bir şeydir’, ‘reel politika’, ‘Asıl dış politika ve konjonktüre bakmak gerek’, ‘Devletin niyeti şu, örgüt bunu hedefliyor’ ifadeleri uçuşur havada.
Tüm bunlar, yaşayanın, hayatta olanın ‘konforlu’ alanında dile gelir. Ve hiçbir analiz, hiçbir boş laf, hiçbir laf ebeliği, organlarını yitirenin, ölenin, cenazesi sürüklenenin ve sevenlerinin yarasına merhem olmaz. Birine sakat kalmak, diğerine parçalanarak can vermek ve aşağılanmak, berikine sevdiğinin acı çektirilen bedenini yıkayıp temizlemeye çalışmak düşmüştür şu kısa yaşamda.
Bu esnada, birileri de aradan sıyrılıp ‘barış’ deyiverir cılız bir sesle. Doğrusu diğer analizlerin, ‘Yahu savaş dediğin hep vardı’ derinliğindeki yorumların yanında pek safça kalır ‘barış’ sözcüğü. Dile getiren ya ‘Şuursuzun biri’dir, ya bilerek bilmeyerek ‘terörizme hizmet etmekte’dir,’ ‘ya romantizmle malul’dür, ya ‘tarih ve milliyetçilik kuramlarını hiç bilmeden boş konuşmakta’dır,’ ya ‘vatan haini’dir,’ ya ‘şerefsiz’dir, ya…
Yaşamı, barış isteyenler güzelleştirecek
Oysa ‘barış’ sözcüğünü dillendirerek ‘münasebetsizlik’ yapanın talebi, son derece yalın ve insanidir. Ölmek ve öldürmek istemeyendir. İnsan gibi yaşamak isteyendir. Bir diğerinin de kendisi gibi, kendisi kadar insanca yaşamasını talep edendir. Geri zekâlı ya da zırcahil değil, çocukların bacaklarının kopmamasını, bedenlerinin parçalanıp cenazelerin yerlerde sürüklenmemesini, insanların aşağılanmamasını talep edendir.
Bunu, sözcüğün kendi değeri ve gücüyle yapmaktadır. Duyguları, kini, kızgınlığı, nefreti değil, aklı ve vicdanı davet etmektedir soluk alıp verdiği dünyasına.
Eğer eli yüzü düzgün işler oluyor ve olacaksa şu dünyada/memlekette, barış talep eden o saflar, enayiler, münasebetsizler sayesinde olacaktır. Güzel ve yaratıcı bir heykel, nefis bir tiyatro oyunu, elden bırakılamayan bir roman, eşsiz bir desen, çoklukla o insanların ürünü oldu bugüne dek.
Yaşamı, barış isteyenler güzelleştirecek. Bir cenazeyi küfürlerle sürükleyenler, parçalayanlar, gencecik askerleri bombalayanlar, 30 yıllık komşusunun dükkânını yakıp yıkanlar, linççiler, yalancılar, hırsızlar, arsızlar değil. Mütemadiyen küçümsenen bu insanlar sayesinde birileri daha fazla savaşacak ‘gücü’ ve ‘yüzü’ bulamayacak kendinde. Onlar sayesinde, koltuk değnekli gençleri gördüğümüzde yürüyebildiğimizden, yerde sürüklenen cenazeyi gördüğümüzde kendi sevdiklerimizi hak ettikleri saygıyla toprağa verişimizden mahcubiyet duymayacağız. Utanmayacağız.
Felaketlerin yaşandığı bölgenin insanı, siyasetçileri hala, o sürükleyenleri takdir eden, nefret kusan yurttaş kesimleriyle ve bizler gibi ‘izleyicilerle’ birlikte bir yaşam talep ediyor, her Allah’ın günü. Her şeye rağmen ‘benimle’ birlikte yaşama azim ve isteğini dillendiriyor. İnsanı çileden çıkaran tüm bu can yakıcı işlere rağmen, ısrarla ‘birlikte’ bir gelecek kurmaktan söz edenlerin bu dileğini sahiplenmemek mümkün mü? Söz konusu iradeye, dirence saygı duymamak mümkün mü?
Sakat kalana da ölene de, yaşayana da bir faydası yok
Bu memleketin tüm etnik grupları, inançları, namuslu insanları hep birlikte, eşit ve insan gibi yaşayabilir. Bunu hala yapabilir. Önümüzdeki dönemde nasıl bir toprakta yaşamak istediğine karar verecek olan, yurttaşın ta kendisi.
Ya aklın ve vicdanın gereklerini yerine getirip demokratik bir sistem inşa etmeye çalışarak, hep birlikte insan gibi yaşamanın yolunu arayacak ya da çıldırmış bir memlekette giderek sefilleşen yaşamını sürdürecek. Sabah akşam dinleyip okuduğumuz zırvaların, dehşetli analizlerin, sosyal medya çirkefliğinin, şezlonglardan gönderilen ırkçı tweetlerin, muhteris siyasetçi saçmalıklarının, nefret dilinin sakat kalana da ölene de, yaşayana da bir faydası yok.
Başkasının cenazesini ‘kutlamak’ kötü bir şeydir. Ölüm kötü bir şeydir. Sakat kalmak kötü bir şeydir. Aşağılanmak kötü bir şeydir. İnsanın onurunun çiğnenmesi kötü bir şeydir. Yaşamak ve yaşatmak ise mümkündür.
‘Bu işler hep böyledir!’ bilmişliğinin, hiç kimseye bir yararı yoktur. Enayice, safça, münasebetsizce ‘barış’ sözcüğünü dillendirmek ise çok iyi bir şeydir…