Güvende hissetmediğimiz günlerdeyiz. Günler değil yıllardayız neredeyse en güvensiz çeyrek asırdayız.
Kime sorsak sırtı ağrıyor, herkesin dişçide randevusu var, boynumuz hep tutuk.
Kendimizi sıkıyoruz çünkü, dişlerimizi sıkıyoruz, kırıyoruz, sırtımızda tonlarca güvensizlik yükü, taşıyoruz.
Şimdi bu en güvensiz ve belirsiz hissettiğimiz dönemde, ne denebilir siyasi muhalefet için?
Güven beklentisini sadece liderlere indirgemeyin denebilir, bunca kimliklere bölünmüş memlekette, tek bir profil üzerinden güven tahsisi yerine, kurumların yaşatılabileceğine ve çalıştırılabileceğine dair pek çok güvenilir insanla birlikte çıkmaları önerilebilir. Sosyal güvenin tesisi için insanların haletiruhiyelerini nümerik veriler kadar kale almaları dilenebilir.
Bizim sosyal güven ortamımız hallaç pamuğu gibi dağıtıldı yıllar içinde.
Biz ne edelim?
Onun da yanıtını bu sefer edebiyatta arayalım, Virginia Woolf’un cümlesiyle
“Kendine güven olmadan beşikteki bebekler gibiyiz.”
Önce güvenin ilk unsuru kendine güvenmeye dönelim, sindirilmişliğimizden bir çıkalım.
Dönüyorum en baştaki Şükrü Erbaş dizelerine; kendine güveni inşa edebilsin diye en yakınımızdakilerden başlayarak birilerine sıklıkla sevildiğini, arandığını, kollandığını söylemeli belli ki. En yakınımızdan başlayarak. Öldüğünde hatırlıyoruz kimi sevdiğimizi.
Sosyal güvensizlik bitirecek yoksa bizi. Kendine güvensiz, insana güvensiz, sezgilere güvensiz, bilişsellikten uzaklaşarak, davranışta sevgisiz, hışır, aksi…