11. senede, Gezi tutsaklarını özgürleştirememenin, Can’ın vekilliğini teslim edememenin yüküyle yazmak eskisiyle aynı değil.
İçeriye mektup yazmak bile zor. Ne diyeceksin: Yapamadık arkadaş, seni oradan kurtaramadık.
Yüzü tutmuyor insanın, kelimeler utanca dönüyor.
11 sene az değil, bak artık o dönemde çocuk olup da Gezi’yi hatırlamayanlar reşit oldu, elleri ekmek tutuyor.
Denizlerin, Mahirlerin taze anısına doğan bizler gibi, bir efsane dinlercesine duyuyorlar o günleri.
Milyonlarca insanın, ömründeki kayda değer en güçlü günler, her masada illaki mevzusu açılan anılar Gezi’ye dair. Yine de Kavala, Can, Tayfun, Mine ve Çiğdem hâlâ içerideler.
Gezi; bu ülkenin “Bizim insanımız da öyledir, böyledir” olumsuz cümlelerinin tam tersine döndüğü, paylaşımın, birbiriyle empati kurmanın, korkunun üzerine gidip cesareti kuşanmanın, yaratıcılığın yükselen değer olduğu bir dönemin adıydı. Halk kelimesinin en çok telaffuz edildiği dönemdi belki de.
Herkes en cesur halini kuşanmıştı ancak buradan baktığımda şimdi o masalarda anlatılanlar, herkesin cesaret sırasını savma anıları gibi tınlıyor kulağa.
Sonuna kadar Gezi’yi savunacağız, çok haklı, çok bütünleşik, çok özgür bir halk hareketiydi, kimse dokunamaz masumluğuna.
Yine de iktidar 11 senedir sürekli el artırırken toplumsal mücadele yöntemlerinde Gezi’deki yaratıcılığı neden bir milim öteye taşıyamadık diye sormak da boynumuzun borcu.
Teşhis koyamayınca tedaviye başlanmıyor ancak bizdeki teşhis hastalığı tedaviye geçit vermiyor, alan tanımıyor, zaman bırakmıyor.
Teşhise öz eleştiri dahil etmemek için harcanan mesaiye yazık, tedavinin de önünü tıkıyor.
Kapılar bir tweet yüzünden bile şafak operasyonunda koçbaşıyla kırılırken tamam kimseye sokağa inmedi, inmiyor diye kızılamıyor ama alternatif mücadele şekilleri üretememenin açığı kimin hesabına yazılıyor?
Gezi’yi bir de şöyle düşünelim: Milyonlarca insan eve sığamıyordu. Sadece söyleyecek sözü, sorulacak hesabı, içine atamadıkları için değil sokakta hayat vardı, neşe, paylaşım, müzik, özgürlük, hiç görmedikleri bir dünya, görmezlerse çok şey kaçıracaklarını, eksik kalacaklarını hissettiren bir şeyler vardı.
Miting alanına uzun saatler yürüyüp, birbirinin benzeri konuşmaları dinleyip, aynı ritimde slogan atıp belirlenen saatte dağılınan mitinglere benzemiyordu. Bir masa ardına dizilip ya da bir pankartın ardına geçip basın açıklaması okumak gibi değildi. Üstelik yanlış söz üretme korkusu yoktu, herkesin isyanı kendine, cümleleri şahsına münhasırdı. “Ya o kapsül Pelin’ime gelseydi?”
İktidarın baskısı kadar çekilmez oldu zaman zaman iktidarın karşısında durup da yanındakinin tavrına, sözüne akıl veren, ahkam kesen, çuvaldızını batıranlar. Yıldırıcılığı cesaretten bağımsız; korkutarak değil, “Aman be çok biliyorsanız kendiniz yapın o zaman” dedirterek. Yalnız hissettirerek, yalnızca eleştirerek, hiçbir şeyi yeterince iyi bulmayarak ve yeterince iyide hiçbir zaman ortaklaşmayarak hatta iyiyi tanımlamayarak.
Gezi, katılan herkese söz ve yetki veriyordu: Yemek dağıtabilirsin, kütüphane kurabilirsin, ağaçları evet dantelle kaplayabilir, dalına hamağını asabilirsin. İnsana, çevreye ve doğaya zarar-rahatsızlık vermediğin her yöntemi deneyebilir, başkalarını da dahil edebilirsin.
Bir daha da görmedik öyle hem kitleye dahil hem özne olabilme hissini, söze verilen değeri, anlaşılmanın verdiği coşkuyu. Kimse o duvarlar kadar bile açık olamadı sloganların çeşitliliğine.