
HÜRREM SÖNMEZ
Salgın hastalığın hayatımızın ve gündemimizin orta yerine düştüğü mart ayının ilk günlerinde hemen herkesin üzerinde hemfikir olduğu şey; evden yeniden çıktığımızda artık aynı ‘yerde’ olmayacağımız tespitiydi. Nitekim öyle de oldu. Adına ‘yeni normal’ denen ama pek de normal görünmeyen yeni günlük hayatımız, alışkın olduğumuz kimi yerlerin hayatımızdan çıktığının idrakiyle başladı. Kimi mekânlar kapanmış, kimi mekânlar ise bizim için huzurla vakit geçirdiğimiz yerler olmaktan çıkmış, bir an evvel hızlıca işimizi görüp terk etmemiz gereken yerlere dönüşmüştü.
Yeryüzündeki varlığımızı, hayatın anlamını sorguladığımız sıklıkta ve farklı anlamlarıyla ‘yer’ kavramını da sorgularız. Bazen yaşadığımız yeryüzünü, bazen o yeryüzündeki konumumuzu, bazen de zihnimizdekilerle, fikirlerimizle şu hayat içinde işgal ettiğimiz tüm alanı ifade edebilir ‘yer’ ve çoğu zaman da bu dünyada bir yerimiz olsun isteriz, kendimizi ait hissettiğimiz, bağ kurduğumuz, kök saldığımız, gidebileceğimiz veya dönebileceğimiz bir ‘yer.’
Eve kapandığımız günlerde bazı uzmanlar yaşadığımız huzursuzluğun ve kederin bir tür yas duygusu olduğunu söylediler, üstelik tüm insanlık olarak kolektif bir yas yaşıyorduk; salgından ölenler dışında, hayatın ve dünyanın bir daha aynı olmayacağı gerçeği karşısında yaşanan ve geleceğin belirsizliğine dair endişeyi de içeren bir yas haliydi bu. Bunu okuduğumda şunu düşündüm; biz bu yas duygusunu yaşamaya başlayalı epey zaman olmuştu belki de, yani pandemiden çok önce; değişen şehirlerle, “kentsel dönüşen” evlerle, tarûmar edilen kurumlar, talan edilen değerlerle, yitirilen dostluklarla başlamıştık biz o matemi tutmaya. Sevdiğimiz mekânlar bir bir kapandığında, kimi dostlarımız başka diyarlara göç ettiğinde, akademiden geriye sahibinin sözünü tekrar eden kuklalar kaldığında, yargı kararı diye tepelerden gelen emir ve talimatlar önümüze konulduğunda, KHK’lar ile hayatlar karartıldığında…
Kayıp ve o kaybın ardından hissedilen matem duygusunun benim için tarifi içimize çöken keder dışında ‘yerin ayaklarının altından çekilmesi’ hissidir. Bugün 4 Temmuz. Babamın ölüm yıldönümü örneğin ve o gün en sert hali ile yaşadığım bu duyguyu söze dökmek gerekirse ancak böyle tarif edebilirim: “Sanki yer ayaklarımın altından çekilmiş ve bir boşlukta asılı kalmışım gibi.”
Sevdiğiniz birini, annenizi, babanızı kaybettiğinizde böyle hissedersiniz, yeryüzünde kendinizi ait hissettiğiniz bir yeri yitirmişsinizdir artık, zaten bir nokta olduğunuz şu evrendeki yerinizi sorgularsınız. Memleketle kurduğumuz bağ ve o bağ ile doğrudan ilişkili şekilde tanık olduğumuz şeyler de benzer bir sorgulama ve ‘yersizlik’ duygu yaratabilir, her gün gördüğümüz bir ağacın kesilmesi, çok sevdiğimiz bir binanın bambaşka bir yere dönüşmesi bizi kederlendirir, savunduğumuz değerlerin yok edilmesi, bize varlığımızı ilişkilendirdiğimiz yeri sorgulatır. Başka yerlere göç etmek zorunda kalanların yaşadığı sürgün hissinin aynı yerde kalanlar için karşılığı bastığı zeminin ayağının altından çekilmesi, tutunduğu yerin yitirilmesidir, yer değiştirmeden yaşanan bir sürgün hali gibi.
Bugünlerde gündemde olan çoklu baro tartışması, her şeyin ‘tek’ olanının dayatıldığı, tekçiliğin pek makbul bir şeymiş gibi sunulduğu bir politik atmosferde ‘çoğulcu demokrasi’ lûtfediliyormuş havası yaratılarak zekâmızla dalga geçilen bir hamle olmasının yanı sıra benzer bir ‘zemini kaydırma’ duygusu yaratıyor. Daha önce başka yapı ve kurumlarda benzerini gördüğümüz şekilde, siyasi iktidar hem baroları bölmek suretiyle kendisine benzetmeye, hem de kendisine benzetemediği avukatları ‘yersiz yurtsuz’ kılmaya çalışıyor.
Geçtiğimiz hafta Çağlayan Adliyesi’nde, dün de Ankara Adliyesi’nde toplanan binlerce avukat farklı politik görüşlerden, farklı ekonomik ve sosyal koşullardan geliyor. O avukatların bir arada olması avukatlar olarak kendimizi ait hissettiğimiz yer ile ilgilidir. Dün Ankara’da göndere çekilen avukat cübbesinin bizim için ifade ettiği anlam, o cübbede vücut bulan adalet kaygısı ile ilgilidir.
Şunu belki hatırlatmakta fayda var, şu anda iktidarın yapmaya çalıştığı yasaya muhalefet eden avukatlar, bunu mevcut baro yönetimlerini çok beğenip, takdir ettikleri, üye oldukları baroyu ve mevcut sistemi ideal buldukları için yapmıyorlar. Bilakis örneğin İstanbul Barosu farklı avukat gruplarından oluşur, politik tutumları ve mesleğe yaklaşımları birbirinden farklı olan bu avukatlar seçimlerde kıyasıya birbiriyle yarışır, kavga gürültü hiç eksik olmaz malum, diğer barolar için de bu farklı değildir. Ama sabah akşam eleştirdiğimiz, beğenmediğimiz ve bir sürü aksaklığı, kusuru olan ‘o yer’ kişileri, başkanları, oy vermediğimiz yönetimleri ve onların kararlarını değil, bizim kendimizi ait hissettiğimiz, ayaklarımızın bastığı, kavgamızı verdiğimiz zemini simgeler bizim için. Kıdemi yetenler olarak yeni yapılan adliyelerden sonra yaşadığımız burukluğu, Sultanahmet’te, Sirkeci’de geçirdiğimiz eski günleri hüzünle hatırlıyoruz hâlâ. Ama mekânlar değişirken de, yargı siyaset elinde oyuncak edilirken de, mahkemelerde türlü kepazelik yaşanırken de savunma sırtındaki cübbenin gereğini yapmaktan vazgeçmedi, çünkü avukat cübbesi bir giysiden çok daha fazlasıdır; çektiği tüm çileye, yargıda yaşanan onca rezalete rağmen o cübbeyi giydiğinde ait olduğu yerdedir çünkü avukat, vicdanınızı müsterih tutacak olan şey her ne ise onu yapma gayretidir bu meslek pek çoğumuz için.
Barolar da kişilerden ve yönetimlerden bağımsız olarak, eksiği, gediği, günahı, sevabıyla bir parçası olduğumuz tarihe ve geleneğe karşılık gelir bizler için. O yüzden herhangi bir imtiyazı ya da iktidar alanını değil; bağ kurduğu, kendini ait hissettiği o yeri savunmaya çalışıyor şimdi ‘Savunma.’ Bizden öncekilerden devraldığımız ve arkamızdan gelenlere devredeceğimiz o cübbenin haysiyetini çiğnetmemek için, baroların siyasi iktidarın keyfine ve arzusuna uygun mahalle dernekleri haline getirilmesine engel olmak için. Ayağımızı bastığımız geriye kalan belki de bu son zeminin de ayaklarımızın altından çekilip alınmaması için…