
H. AYHAN TİNİN / Sanat da var / Belgesel
Önce doktor kontrolünden geçilirdi.
Dişleri sağlam mı?
Ya elleri?
Dizler, bacaklar…
Ellerinizi ileri doğru uzatıp çömelin ve tekrar ayağa kalkın!
Üzerinizde hiçbir şey kalmasın, soyun!
Sağlık raporu önemliydi.
Geçemeyenler, Sirkeci’den tekrar tersyüz edilip Haydarpaşa’dan Anadolu içlerine giden trenlere bindiriliyordu.
Kabul edilmeyenler, biraz da eksiklik duygusu içinde köylerine döndüğünde konuşulurdu; Görecilerin Hüsiini kabul etmemişler, yıkıldı gariban.
60-65 yıl önce böyle başlayan hikayenin üçüncü nesli, şimdi fabrika dumanları arasından değil; sahnelerin renkli ışıkları, kayıt stüdyoları, konser programları arasında yeni hikayelerini yazıyorlar.
Babaları yıllarca gurbetçiydi.
Onlar da gurbetçinin çocukları…
Yönetmen Cem Kaya’nın ‘Aşk, Mark ve Ölüm’ belgeselinden söz ediyoruz.
Yaklaşık 10’dan fazla ödülle, ödüle doymayan, ülkemizin ‘Alamancı’ öyküsünü etkili bir yapı içinde, müzik üzerinden anlatan, çok değerli bir belgesel…
MUBİ gösterim listelerine girince doğal olarak izlemesi de kolaylaştı.
Belgesel, 1961’de Türkiye ile Almanya arasında imzalanan göçmen işçi anlaşmasının ilk günlerinden başlayıp ilk işçi kafilelerinin yaşadıklarından, ikinci, üçüncü kuşakların yaşadığı değişim, koşullarının ve problemlerin farklılaşması, bütün bu dertlerin yine nasıl sermayeye dönüştüğünü, müzik üzerinden etkileyici bir görsel dil ve röportajlarla, belge görüntülerle anlatıyor.
Su gibi akan dakikalar içinde eğer o yılların ekonomik ve siyasi koşullarını da biraz araştırarak belgeselin karşısına oturursanız alacağınız lezzet adeta katlanıyor.
Eline, emeğine ve ödüllerine sağlık Cem Kaya!
1961’de ilk işçi kafileleri giderken ilk umut, biraz para kazanıp dönmekti.
Merak etme döneceğim, köydeki evi yaptırıp birkaç dönüm tarla bir de traktör parası yaptım mı, gerisi kolay.
Hiç kolay olmadı! Hikâye o köylerin bağlı olduğu şehirlerden ev almaya, dükkân almaya, Almanya’dan emeklilik hayallerine bağlandı.
Merak etme, seni ve çocukları da aldıracağım…
Kimileri aldırdı eşini çocuklarını, kimileri de orada bir Alman sevgili ya da eş bulup unuttu memleketini…
Ailesini oraya aldıranların yeni bir meselesi başladı. Çocuklar artık içinde yetiştikleri bu yeni kültürün yapılandırmasıyla büyüyorlardı ve farklı sorunlarla mücadele ediyorlardı.
Oralı değillerdi. Ama artık buralı da değillerdi.
Toprağı değiştirilmiş çiçekler gibi solarak yok olan da vardı. Yeni toprağında yerini sevip, çiçeğe duranlar da… Fakat hep bir köklerinden uzak kalma hali…
1960’lı yılların bekar odası muhabbetlerinin, saz çalınıp türkü söylenen yalnız gecelerin yerini; sokak savaşları, rap müzik ve göçmen politikaları ile bunların doğurduğu sorunlar almış; Neşet Ertaş ustanın Türk Pazarı’ndaki dükkanı çoktan yıkılmıştı.
Alamanya, Alamanya bizden uysal bulamanya…
Daha iyi ve insanca bir yaşam kurmak umuduyla uysallaşan gurbetçilerimizin öyküsü ve yaşanan bütün sorunlara karşın bir gün zenginleştiklerinde bile neden geri dönmedikleri, asıl düşünülmesi gereken konu sanıyoruz.
Üstelik öykü çok değişmedi!
Dünün mavi yakalı gurbetçisi, bugünün beyaz yakalı expat’ı aynı insan…
Kendi dilinde düşünmek, duygulanmak, konuşmak ve paylaşmak ihtiyaçlarını bir kenara koyarak, sınır ötesine göçmen işçi olarak giden bu insanlar, neyi arıyor dersiniz?
‘Aşk, Mark ve Ölüm‘ bu soruyu da düşünmeye çağırıyor.
Dünya emek bayramı kutlu olsun.