Amerika Birleşik Devletleri’nin ulusal kimliğinin en önemli sembol tarihi 4 Temmuz günü (1988) FIFA, 1994 Dünya Kupası’nın Amerika Birleşik Devletleri’nde düzenleneceğini ilan ettiğinde dünya futbol kamuoyu şu soruyla çalkalanıyordu: Amerika’da futbolun ne işi var?
Gerçekten de Amerika’da futbol namına (Amerikan olanı haricinde) konuşulacak pek bir şey yoktu; öyle ki ulusal futbol ligi dahi turnuvadan iki yıl sonra, 1996 yılında oynanmaya başlamıştı. FIFA’nın o dönemde aday Brezilya ve Fas yerine turnuvayı ABD’ye vermesi, ‘güzel oyun’ ile dünyanın diğer ucunu, Yeni Dünya’yı tanıştırmak, futbolun halihazırda ölçülemez popülaritesinin yeni topraklarda yeniden filizlenmesini sağlamak olarak açıklanıyordu.
Tarihsel ironiler
Amerika ve futbol sözcüklerinin yan yana gelip gelemeyeceği tartışıladursun, 1994 Dünya Kupası’nın Birleşik Devletler’de düzenlenmesi çeşitli tarihsel dönüm noktalarını, hatta tarihsel ironileri de beraberinde getirdi.
Dünya Soğuk Savaş’tan, daha doğru bir ifadeyle Soğuk Savaş’ın kalıntılarından henüz sıyrılmaktaydı. Amerika 94’te boy gösteren eski Demir Perde ülkeleri için ulusal bilincin perçinlenebileceği en verimli ve en kitlesel alan elbette ki futbol olacaktı – sahnenin de ‘özgür dünya’nın bayraktarı ABD olması, şu bildik, artık klişeleşme mertebesine ulaşmış deyişi belki de en güçlü biçimiyle hissettiriyordu: “Futbol asla sadece futboldan ibaret değildir.”
Cilalı gövde gösterisi
Değildir gerçekten de. Biz yine de artık dile getirmeyenin eşek sudan gelinceye kadar dövüldüğü bu klişeyi kullanma vazifemizi ifa etmiş olup geçelim. Artık Sovyetler Birliği’nin yerinde Rusya vardı. İtalya 90’da (artık maziye karışmış olsa da) ismiyle dağları titreten Sovyetler Birliği son kez sahne almıştı. Fakat Rusya deyince aradan yüzyıllar, çağlar geçmiş gibi geliyordu.
Romanya ve Bulgaristan, Avrupa’nın doğusundan, perdenin ardından geçerek gelmişti ve ‘özgür dünya’nın parçası olduklarını göstermek için varlarını yoklarını ortaya koyacaklardı. Öyle de oldu. Ve elbette ki Almanya: bir önceki dünya kupasını, İtalya 90’ı ‘Batı Almanya’ olarak kazanan ‘Panzerler’ bu kez ‘Almanya’ olarak geliyordu. Dolayısıyla bu Dünya Kupası aynı zamanda ‘yeni’ siyasi mimarinin cilalanmış unsurlarının gövde gösterisi anlamını da taşıyordu.
“Futbola/spora siyaset karıştırmayın.” İkinci ve son klişe hakkımızı da kullandıktan sonra devam edelim. Nitekim yanıt vermenin dahi zul olduğu bir bağlamda takılı kalmaya ne yerimiz ne de zamanımız var. Nasıl ki Clausewitz “Savaş, siyasetin farklı araçlarla yürütülmesidir” derken ne kadar isabetli bir saptamada bulunmuşsa, biz de “Siyaset topsuz alanda oyun kurmaktır” diyerek “Siyaset yapmayın” sığlığından ve sakilliğinden bir nebze de olsa kaçabiliriz.
Kahramanların rüya sahnesi
1994 Dünya Kupası bir nevi bir peri masalı ya da kahramanlar sahnesiydi. Maradona’dan Hagi’ye, Baggio’dan Stoichkov’a, Klinssman’dan, Matthaeus’tan Beguiristain’a, Romario’dan Batistuta’ya, Kenneth Anderson’dan Daniel Amokachi’ye ve Valderama’dan Völler’e daha başkalarına, birçok büyük kahramanın karşılıklı olarak en özel hünerlerini sergiledikleri bir rüya sahnesi, bir yıldızlar geçidiydi.
Öyle ki anlatmaya hangi maçtan başlasak bir başkasına haksızlık olacak derecede unutulmaz mücadelelere ev sahipliği yapmıştı Amerika’nın rugby sahasından bozma, ‘Bowl’ namlı statları.
Biz yine de yakından tanıdığımız bir efsanenin, Gheorge Hagi’nin resitalini aynı anda hem akıllara durgunluk veren, hem de bilenler için (ki dünyadaki futbol aşıklarının neredeyse tamamına karşılık gelir) son derece normal karşılandığı bir golle süslediği Kolombiya – Romanya maçını ve uluslararası futbolun en büyük trajedisine sahne olan, Kolombiya ve Romanya ile birlikte evsahibi ABD ve İsviçre’den oluşan A Grubunu hatırlayalım…
Hagi’nin Kolombiya’ya attığı gol:
Hagi, Hagi, Hagi. Bu kupadan iki yıl sonra başlayan, bitmesini hiç istemediğimiz beş yıllık bir süreçte bu nidayı hem çok dillendirdik, hem çok işittik (burada yeri gelmişken: I LOVE YOU HAGI).
Turnuvada boy gösteren çok sayıda başka oyuncu gibi, turnuvanın bu belki de en güzel golünü atan kadar yiyenin, Oscar Cordoba’nın, bununla da kalmayıp, Cordoba’nın yedeğinin, Aly Faryd Camilo Mondragon’un yolunun da Türkiye’den geçmiş olması da bu anıyı daha hoş kılan bir ayrıntı. Ki dillerden düşürülmese de istikrardan ve herhangi bir sportif gelenekten yoksun olan bizlerin Dünya Kupası anıları da (2002’deki istisnayı saymazsak) genellikle bu hoşlukların hikayelerinden mürekkep.
Arjantin’e ihanet pahasına Romanya
Hagi, Radiciou, Petrescu, Dumitrescu gibi yıldızlarla altın jenerasyonunu yakalamış olan taş gibi Romanya milli takımı bu turnuvaya damgasını vuracak ekiplerinden biri olacağını daha ilk maçtan ilan ediyor. Aynı yıl babamın Romanya’ya çalışmaya gitmesi ve bu etkileyici giriş, benim bu kupada tutacağım takımı (Arjantin’e ihanet pahasına) ister istemez belirlemiş oluyor.
İsviçre karşısında 4-1’lik bir kazaya uğrasa da, motivasyonunu ve disiplinini yitirmeyip, evsahibi ABD’yi 1-0 ile geçen Romanya gruptan lider çıkarak, adını 2. tura yazdıracaktı.
Aynı grubun ikinci maçlar serisinde oynanan ABD – Kolombiya maçında Andrés Escobar kelimenin tam anlamıyla ‘hayatının hatasını’ yapıp kendi kalesine gol atarak ülkesinin elenmesine neden olduğunda, başına gelebilecekleri tahmin etse de, 10 gün sonra, bir bar çıkışında katledileceğini aklına bile getirmemişti. Kimileri bahis mafyası dedi, başkaları alkolün alevlendirdiği ‘kız meselesi’.
Her ne olursa olsun bu trajik ölüm 1994 Dünya Kupası’nı izlemiş olan herkes için, dünya kupalarından her söz açıldığında sızlayan bir yaradır. Ki bu yazı da bu sızının etkisiyle “Andrés’in anısına” diyerek başlar.
ABD – Kolombiya:
Kamerun hüznü
B Grubu da yine bu turnuvanın ilginçliklerine sahne olan gruplardan biriydi. Brezilya, İsveç, Rusya ve bir önceki dünya kupasının sempati odağı, General Roger Milla’nın önderliğindeki Afrika Aslanı Kamerun.
İtalya 90’ın açılış maçında son şampiyon Arjantin’i 1-0 ile sersemleten Kamerun’u bu turnuvada da özel kılan ayrıntılar mevcuttu: Dünya Kupaları tarihinin kırmızı kart gören en genç oyuncusu (yine tanıdık bir isim) Rigobert Song (17) ve yaşlı kurt, kupalar tarihinin en yaşlı golcüsü Roger Milla (42).
Ne var ki Kamerun bu turnuvada – benim gibi – sevenlerini pek memnun edemedi. Özellikle Rusya karşısında alınan 6-1’lik yenilginin hüznü büyük olmuştu. Bu maç da kupalar tarihinin ‘en’lerine girecek maçlardan biriydi…
Türkiye’ye dair çok şey vardı da, Türkiye yoktu
Rusların fuleli forveti Oleg Salenko bu maçta 5 gol atarak kupalar tarihinde görülmemiş bir iş başarmıştı. Toplamda 6 golle de Stoyçkov ile krallığı paylaşmıştı. Ertesi sene ise, bugünkü Chelsea, Manchester City, Monaco, Paris St. Germain gibi sermaye takımlarının neandertal atası sayılabilecek olan, Cem Uzan’ın İstanbulspor’unda bitivermişti de dumura uğramıştık. Sonra mı? Elbette ki kaybolup gidenlerden oldu. Daha önce de söylediğimiz gibi, bu Dünya Kupası’nda Türkiye’ye dair çok şey vardı da, Türkiye yoktu.
Ve Maradona sahneden çekilir
Bu Dünya Kupası’nda turnuva öncesinde pek dikkat edilmese de turnuva sırasında “Neler oluyor” dedirten, bir ölüm grubu bitivermişti: D Grubu; yani Arjantin, Nijerya, Bulgaristan, Yunanistan. “Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası”nı Latin Amerika’nın ve Afrika’nın sıcağı karşılıyordu. Kimler yoktu ki? Diego ‘Mano de Dios’* Maradona, Gabriel Omar ‘Batigol’ Batistuta, Fernando Redondo, Hristo Stoyçkov, Yordan ‘Kel Kafandan Sen Suçlusun’ Leçkov, Emil Kostadinov, Daniel Amokachi, Jay-Jay Okocha, Raşidi Yekini…
Fransa’yı acı verici bir biçimde geçerek turnuvaya gelen Bulgaristan’ın esamesi okunmuyordu. Buna karşın Maradona önderliğindeki Arjantin açık favori, Nijerya ise plase olarak görülüyordu ilk maçlar sonunda (Arjantin 4 – 0 Yunanistan, Nijerya 3 – 0 Bulgaristan). Ve fakat sonradan açılan Bulgarlar grubun son maçında Arjantin’i 2 – 0 ile tokatlayınca işler değişti. Yunanistan’ın beklendiği gibi 0 çektiği grupta diğerleri 6’şar puanla ikinci tura yürüdül. Böylece Romanya’nın kupadaki ‘sürpriz takım’ klasmanındaki rakibi belli olmuştu: Bulgaristan.
Bu grubu özel kılan ise futbol tanrılarının imtiyazlı çocuğunu, İngiliz’in belalısı deli ustayı dünya gözüyle son kez izlemek zorunda kalmamızdı. Nijerya maçından sonra yapılan madde testinde kanında efedrin bulunan Diego ( olayı öğrendiğimde “Bi dur allahını seversen” dediğimi hatırlıyorum) men cezası almış ve bir daha da geri dönmemişti. Dolayısıyla ikinci turda ‘ruh ikizi’ Hagi’nin karşısına çıkamayacaktı.
Sessiz ve derinden İtalya
E ve F grupları nispeten daha sakin, gürültü patırtıdan uzak bir şekilde döngülerini tamamlamıştı. Bu gruplardan gelen ülkeler arasında turnuvaya beklenmedik İrlanda Cumhuriyeti yenilgisiyle başlamış, hem taraftarlarını hem de sevenlerini öfkeyle karışık bir ümitsizliğe sevk etmiş ve neredeyse unutulmuş, ancak sessiz ve derinden gelen bir dev vardı: Franco Baresi ve Roberto Baggio önderliğindeki İtalya.
Romanya geliyor
İkinci turda biri hariç sürpriz sonuç veren maç olmamıştı. Esas oğlanlar kazanmış, figüranlar tek tek dökülerek izleyici kısmındaki yerlerini almaya başlamışlardı. Biri hariç dedik: Romanya.
Romanya karşısına gelen yaralı Arjantin ABD’nin öğle sıcağında, patronu da kaybetmiş olmanın siniriyle bir türlü dengeyi tutturamıyordu. Henüz 11. dakikada Petrescu başganın sol çaprazdan sağ ayağıyla çatala astığı frikikle bir sarsıldılar. Tam 5 dakika sonra Batistuta’nın (çok severiz sayarız ama, eşyayı da adıyla çağırmak lazım) yalan penaltısına eyvallah çeken hakemle eşitliği buldularsa da, bundan 2 dakika sonra Hagi’nin çizgi halindeki Arjantin savunmasının aklını aldığı ara pasıyla buluşan Dumitresku Romanya’yı bir kez daha öne geçirdi. Bu Romanya yenilmeyecekti artık, belli olmuştu. İkinci yarının 13’üncü dakikasında Hagi maçı koparan golü atarak, turu Romanya’ya getiriyordu. Bu saatten sonra Balbo’nun golü teselli bile olamazdı: 3-2 (Halil İbrahim Çelimli’ye selam).
Romanya – Arjantin:
Ne olursa olsun her dünya kupasının ağır abisi İtalya yavaştan ağırlığını koymaya başlamıştı bile. Yürüyerek çeyrek finale kadar geldiler.
Çeyrek finalde Bulgar rüyası Almanlar karşısında sona erecekti elbet ve her şey normale dönecekti. Dönmeyecek miydi yoksa? Bulgarlar Almanları da geçtiler. Stoyçkov ve Leçkov fişi çekerken, muhtemelen Romanya’yı, Balkan Savaşı’nın ateşini düşünüyorlardı.
Fakat öyle olmadı. Kenneth Andersonlu, Martin Dahlinli, Thomas Brolinli, ürkütücü bir ekip olan İsveç öyle ya da böyle, penaltılarla Romanya’yı alt edip yarı finale gelirken, öte tarafta Brezilya ve İtalya ellerini arkada kavuşturmuş, mıntıka kontrolü yapıyordu.
Yarı finaller gelip çattığında tatil gibi turnuva geçiren Brezilya’nın karşısında İsveç, İtalya’nın karşısında ise Bulgaristan av olarak bekliyordu. Romanya’nın gidişiyle biz de hüzne boğulmuştuk elbet. Bulgaristan da kendi hüznünün dalgalarında, üçüncülük maçında İsveç’ten 4 yiyerek daha da derinlere gömülecekti.
Bu sefer papaz pilav yemedi. İtalya – Brezilya finalde assolistler olarak sahneyi almıştı bile: (Bulgaristan 1 – 2 İtalya; İsveç 0 – 1 Brezilya).
İtalya’nın dramı: Perde kapanırken Baggio
Muhtemelen hatırladığım en sıkıcı Dünya Kupası finaliydi Brezilya – İtalya maçı. Adana’nın o sıcağında, bu kadar mevzuya tanıklık etmiş, çok tantanalı bir turnuvanın sonunda, öylesine heyecanla beklenen o gecenin köründe şu maçta da bir şey olsun diye umutsuz yorgunluğu iyi hatırlıyorum.
Öyle ki, uzatmalar bir yana, penaltılar öncesinde dahi bir durgunluk, bir atalet, dostluk maçında görülen bir “Bitse de gitsek” havası vardı sanki. Ta ki Baresi başgan ilk penaltıyı Taffarel’in ters köşeden bakışları eşliğinde Arizona bozkırlarına yollayana kadar. Maç belki de o sırada, bitmek üzereyken başladı. 6 yıl sonra Kopenhag’da sahnelecek Taffarel-final-penaltı epik tiyatrosunun provası başlamıştı.
Derken Brezilya da Marcio Santos ile ilk penaltıyı kaçırıverdi. Henüz her şey için çok erkendi. Albertini, Romario, Evani, Branco sırasıyla eşitliği sürdürdü. İş yine rutine dönmüştü.
Topun başına gelen Massoro efendi, madem Dünya Kupası finalindeyim, neden artistliğimi yapmayayım saikiyle zemini kurcalamaya başlarken bir şeylerin olacağı yıllar sonra Pisa’nın en iyi şarapçısı olacak olan Corrado’ya bile malum olmuştu (ki adamın siniri 2012’nin Eylül’ünde dahi geçmemişti: Lafı açtığımda küfrün kıyametini anlamak için İtalyanca bilmeye gerek yoktu).
Taffarel tarihin penaltılara giden ilk Dünya Kupası finaline adını yazdırmıştı bile Massaro maskarası sayesinde. Box-to-box orta saha kavramı henüz bir epistemolojik zemine bile sahip değilken ilk ön liberolardan olan Carlos Dunga hiç eveleyip gevelemeden top ve Pagliuca’yı ayrı köşelere gönderdi. Fakat bir umut daha vardı: Baggio.
Maça iğneyle çıktığı söyleniyordu. Maçta kendisinden bekleneni verememesi, çok fazla ortalarda olmaması da buna bağlanıyordu. Ancak artık teknik, taktik, fizik, kondüsyon gibi unsurların para etmediği noktaya, liderliğin, epik kahramanın son sözü söyleyeceği yere gelinmişti. Baggio, Baresi’ye nazire yaparak, dağları taşları dövüp o taşları İtalyanların bağrına saplayarak epik kahraman yerine, trajik kahraman olmayı seçti.
Brezilya – İtalya:
Brezilya böylece kendi kıtası dışında Dünya Kupası kazanan ilk ülke olmuştu, bu ilklerin, enlerin, trajedilerin Dünya Kupası’nda.
İlkler
ABD 1994 hem teknik hem de rastlantısal bağlamlarda birçok ‘ilk’e sahne oldu. Örneğin;
Dünya Kupaları tarihinde ilk kez bir maç kapalı statta oynandı: ABD – İsviçre (Pontiac Silverdome, Pasadena).
İlk kez bir futbolcu bir maçta 5 gol attı: Oleg Salenko, Rusya
Grup aşamasında 2 puan yerine, ilk kez 3 puanlı sistem uygulandı (ki bunu yazar yazmaz, yıllar boyunca Türkiye’deki futbolcuların “3 puanlık sistemde her şey mümkün” klişesinden nasıl ikrah getirdiğimizi hatırlamamak olmaz).
Dünya Kupaları tarihinin normal süresi golsüz tamamlanan ilk final maçı bu turnuvada oynandı.
94 ABD’nin künyesi
Şampiyon: Brezilya
İkinci: İtalya
Üçüncü: İsveç
Dördüncü: Bulgaristan
Gol Kralları: Oleg Salenko (Rusya), Hristo Stoichkov (Bulgaristan) – 6 gol.
En İyi Oyuncu: Romario (Brezilya)
FIFA Altın 11: Michel Proud’homme (Belçika); Jorginho (Brezilya), Marcio Santos (Brezilya), Paolo Maldini (İtalya); Dunga (Brezilya), Krassimir Balakov (Bulgaristan), Gheorge Hagi (Romanya), Tomas Brolin (İsveç); Romario (Brezilya), Hristo Stoichkov (Bulgaristan), Roberto Baggio (İtalya) – Formasyon: 3-4-3.