MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
mustdagistanli@gmail.com
Okur dediğimiz mahluk, biz yazı yazanlar da onlardanız, bir metinde birçok yeri atlayıp okumaz da neyi atlamayıp dikkat kesilir?
Diyalogları, diyor romancı Elmor Leonard. Bu saptamayı aktaran Roy Peter Clark (Writing Tools), metin sütunlarının altında diyaloglara yer veren boşluklu bölümleri gözlediğini anlatıyor. Ben de öyleyim. Konuşmalar okurun gözünü cezbetmekle kalmaz diyor Clark, iyi kullanıldığında hikayeyi geliştirir. Roman ve hikaye diyaloglarla doludur, ama biz şimdi ‘erkeklerin işine karışmayalım‘, meselenin bu yanını yaratıcı yazarlık kursları, hocaları, ustaları anlatıyordur muhakkak.
Biz gazeteciler de, yani yaratıcı yazmayanlar da, diyaloga yer veririz. Ama daha çok alıntı kullanırız, onu da neredeyse her zaman yanlış kullanırız, bir bakın haberlere…
Daha önce de yazmıştım bu köşede, muhabir kendi bilmesi, öğrenmesi gereken şeyi de birine söyletiyor, o zaman alıntı uzayıp gidiyor, bazan on cümlelik bir alıntıya bile rastlayabiliyoruz, on cümle sonra ‘… dedi‘ diye tırnağı kapatıp bitiriyor asıl cümlesini. İki örnekte göstereyim sorunu:
Bir muhabirimiz, Beykoz Belediyesinin CHP’li meclis üyesi Cemal Sataloğlu’nu şöyle konuşturuyor:
“Bu yılın ilk altı ayında 762 milyon TL geliri olan belediyenin tam 941 milyon TL harcadığına dikkat çeken Sataloğlu, ‘Belediyenin idarenin sözleşmeli personele, işçilere, geçici personele ve diğer personele ödediği personel gideri ve bunlar için sosyal güvenlik kurumlarına ödediği toplam tutar ilk altı ay için yaklaşık 22 milyon lira. Ancak, temsil tanıtma gideri harcaması ise 38 milyon lira. Yani ilk altı ayda işçilere ödenen para 22 milyon TL, temsil tanıtma gideri ise 38 milyon lira. İdareye ait sosyal medyalar hesaplarında gezen meşhur kısa videolar var ya, turistler gibi gittikleri gördükleri her yerde video veya fotoğraflarını çektikleri o videoların paraları işte bu harcama kalemine ait’ dedi.”
Sataloğlu’nun alıntılanan cümlelerine bakın: “Belediyenin idarenin”, “personele ödediği personel gideri”. İyi bir muhabir zaten bunları öğrenir, kendi cümlesi olarak şöyle yazar:
Yılın ilk altı ayında Beykoz Belediyesi 762 milyon lira gelir elde etti, 941 milyon lira harcadı. Belediye kadrolu, sözleşmeli tüm çalışanlara ilk altı ayda 22 milyon lira, temsil ve tanıtıma ise 38 milyon lira ödedi.
Böyle yazmazsa saçmalar ya da konuştuğu insanın savrukluklarını, saçma ifadelerini ahaliye okutur ve küfür yer. “Ancak”ın ne işi var orada?! Bu sözlerde alıntı olarak verilmeye değecek hiçbir şey yok. Ama adam aynı şeyi ikinci bir cümlede tekrarlıyor, muhabirimiz de bu çöpü okuruna bir kere daha okutuyor: 22 milyon – 38 milyon karşılaştırması.
Bir başka muhabirimiz de RTEÜ Heyelan Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Ayberk Kaya’yı şöyle konuşturuyor:
“Bölgede sürdürülen çalışmayla heyelan risk alanlarının belirlendiğini kaydeden Prof. Dr. Kaya, ‘Toprak kayması olayının meydana gelmesinin en büyük nedeni bölgemizin içinde bulunduğu yoğun topografik şartlar ve jeolojik koşullar bitki örtüsünün heyelan türü olayları tetiklemesine yol açacak özelliklere sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Heyelan riski taşıyan yerlerin çay tarımına açılması da bu riski artırmakta. Çay bitkisinin kökleri normal ağaç kökleri gibi uzun ve sağlam olmadığından riskli bölgelerde heyelan riskini oldukça artırmakta. Çay bahçeleri bu alanlarda önleyici değil de tetikleyici bir rol almaktadır. Bu tür riskli yerlerde ormanlık arazilerin çay tarımına açılmasından önce AFAD ve Özel İdare ekipleri tarafından bir görüş beyan edilmesi gerekmektedir. Biz ilimizle ilgili 2021 içerisinde İl Afet Risk Azaltma Planı kapsamında bölge bölge araştırma yaparak hangi lokasyonların heyelan riski taşıdığı, hangi alanların çaylık bölgelerde heyelan riski taşıdığını belirledik. Bunun haricinde çığ potansiyeli olan yerler, kaya düşmesi yaşanabilecek bölgeleri de belirledik’ diye konuştu.”
Muhabirimizin kurduğu “Kaya … dedi” cümlesinin içinde yedi tane alıntı cümlesi var, toplam 142 kelimelik bir cümle – tabii buna cümle denebilirse. Bir de profesörün alıntıyla taçlandırılmış cümlelerine bakalım:
Nezaketi elden bırakmadan bu cümleleri değerlendirmek zor, susuyorum onun için, kendi yorumunuzu kendiniz yapın. Peki ‘yoğun topografik şartlar‘ ne demektir? Hiçbir şey, boş laf. O topoğrafyayı tanımlamalısınız. ‘Jeolojik koşullar‘ deyince de bir şey anlatmış olmuyorsunuz, nedir o jeolojik koşullar? Anlaşılabilir cümleler de kötü ve tekrarlarla dolu, yine de durumu net olarak ortaya koymuyor.
Sorun şu: Doğu Karadeniz, irili ufaklı derin vadilerle yarılmış dimdik bir coğrafyadır, bu yüzden de bir heyelan bölgesidir. Son otuz yılda olur olmaz heryere açılan yollar da heyelanları tetikliyor. Şimdi yolları teşvik eden iki önemli etken var: biri maden ve taşocaklarına ulaşım, öteki de dağların tepelerine kadar kesilen ormanların yerine kurulan çaylıklar. Çay, ağaca benzemez, ağaç kökleri gibi toprağı kucaklamaz, tutamaz, uzun ama ip gibi inceciktir. Dolayısıyla ormanı yokedip çay ekmek heyelana davetiye çıkarmaktır.
Muhabir işte bunları bilmeli, öğrenmeli, haberini öyle yazmalıydı. Prof. Kaya’nın değerli katkısı, riskli alanları belirlemiş olmaları, çaylık açmak için AFAD’ın görüşünün alınması gerektiğini söylemesi, alıntılanacak sözler varsa bunlar olmalı.
Konuşma savrukluğunda kurulmuş şöyle cümleleri alıntı diye yazıp koca profesörleri de rezil etmemek gerekir (tabii profesörler, aslında hiçkimse, böyle cümleler kurmamalı):
“Çözüm önerisi olarak vatandaşlarımızın eğer çaylık alanlarının heyelan riskini taşıyıp taşımadığını merak ediyorsa İl Afet Acil Durum Müdürlüğü’nden öğrenebilirler.”
Alıntı, birine söyletmeye değer olmalı, o kişinin o şeyi söylemesinin bir anlamı olmalı, elverdiğince kısa olmalı, laf kalabalığına yol açmamalı. Düşünün ki, bir konuşma zaten pek gevşektir, cümleler sarkar, tekrarlar boldur, işte bizim rastladığımız alıntılarda bu kusurların hepsi bulunur. Hiçbir anlamı olmayan cümleler de yer bulur bu alıntılarda. Örnek vermiyorum, hem daha önce vermiştim, hem de herhangi bir gazetede/internet sitesinde herhangi bir haberi açın rastlayacaksınız nasıl olsa.
Ama bakın Salah Birsel, Sergüzeşt-i Nono Bey ve Elmas Boğaziçi‘nde nasıl kullanıyor alıntıyı:
“Dikkat, dikkat, Ercüment Ekrem [Talu] ertesi gün eşinin çığlığı ile uyanır. Alasabah babasının [Recaizade Mahmut Ekrem] hizmetine koşan eşi onu ölü olarak bulmuştur. Meşhedi Aslan Peşinde yazarı daha sonraki günlerde o sabahki duygusunu şu sözlerle anlatır :
– Keşke hiç uyanmasaydım.”
Salah Birsel, Ercüment Ekrem’in yazdığı her satırı okumuştur, babasıyla ilgili yazdıklarını da (ben bile bir anlatımına rastlamıştım sanki) ama işte bu kısacık cümleden başkasını almamış, çünkü yetiyor, yetmek kelimesi yanlış, bu kadarı herşeyi anlatıyor zaten, gayet de etkili.
Gazetecilerimiz de haber ve röportajlarındaki alıntılarda bunu yapmalı işte, yeter kadarını vermeliler, alıntının etkisini törpüleyecek laf kalabalığından kaçınmalılar. Asıl anlatıcının kendileri olduğunu unutmamalılar, kendi rollerini başkalarına yüklememeliler.
Clark iyi bir alıntının yararlarını şöyle sıralıyor:
- İnsan sesi katar.
- Konuyla ilgili önemli bir şeyi açıklar.
- Bir sorunu ya da ikilemi dile getirir.
- Bilgi taşır.
- Konuşanın kişiliğini ele verir.
- Sonra neyin geleceğini gösterir.
Fakat alıntının zaafları da vardır, diyalogla kıyaslayınca. Alıntı yersiz yurtsuzdur, diyor Clark, Salah Birsel’in alıntısında olduğu gibi. “Çünkü alıntılar eylem üstüne konuşur ya da eylem dışından. Alıntılar eylem hakkındadır, eylem içinde değil. Bu yüzden alıntılar anlatının ilerlemesini sekteye uğratır.”
Diyaloglar öyle değildir ama, bir eylem biçimidir, Clark’a göre, öyle de kullanılmalıdır. Zaten alıntılar bilgi ve açıklama sağlarken, diyaloglar olay örgüsünü besler, geliştirir. “Diyalog kullanan yazar, hikayenin anlattığı olayları yaşayacağımız yere ve zamana taşır bizi.”
Sait Faik’in yaptığı gibi… Yazarımız 1941’de bir ay adliye muhabirliği yapmıştı Haber Akşam Postası gazetesi için (Mahkeme Kapısı adıyla kitap olarak yayınlandı). Muhabirimiz Sait Faik, tek ayağı olmayan, koltuk değneğiyle yürüyen Hasan’ın duruşmasında… Hakim soruyor:
” – Senin sabıkan var mı Hasan?
– Var efendim, bir tane dövmekten, bir tane de hakaretten var.
– Yine polise?
– Evet efendim, yine sarhoştum o zaman.
– Pekâlâ, o zaman kaç aydı?
– Vallahi iyi bilmiyorum efendim. Yattık çıktık. Epey yattım amma.
– Bak akıllanmamışsın.
– Bu rakının Allah belasını versin efendim, içmeyeyim şu zıkkımı diyorum, bir müddet sabrediyorum, sonra, bir kadeh içeyim be, ne olur? Dünyayı başka türlü göreyim, hayatımın sıkıntısı geçsin diyorum. Bir kadeh, bir kadeh daha, ondan sonrasını artık sayamıyorum.”
Ustaların röportajlarında, (Yaşar Kemal’de, Sait Faik’te…) şahane diyalog örnekleri var gördüğünüz gibi. Haberler için alıntı daha kullanışlı, gerekli, yine de diyalog dışlanamaz büsbütün. Diyelim bir ülkenin başbakanıyla kızı arasında geçen şunun gibi bir diyalog doğrudan haber değeri taşır, haber metninde mutlaka diyalog halinde yer almalıdır:
“-Sabah operasyon yaptılar, şu anda evlerde arama yapıyorlar. Senin evinde ne var?
– Senin para var kasada.
– Onu diyorum işte.
– Ne yapalım bunları baba, nereye koyalım?
– Belirli yerlere oralara şey yapın. Tamamıyla sıfırlamanızda fayda var.
– Tamamıyla sıfırlayacağız inşallah.
– Sıfırladınız mı?
– Sıfırlamadık babacım, 30 milyon avroyu eritemedik henüz. Mehmet’in alacağı bir 25 milyon dolar kalmış, onu verip üstüyle de daire aldık?
– Ahmet’le de şey yapsaydınız.
– Onlara 20 milyon dolar verdik.
– Tamamen sıfırlandı mı?
– Yani sıfırlandı derken … işte bende bir 730 bin dolar kaldı…”
Aklıma biraz uçuk bir örnek geldi. 1990’da Güneş yazı işlerinde çalışırken, taşra baskısını gönderdikten sonra Özcan Yüksek, Melih Şabanoğlu ve ben sık sık gazetede kalır, şehir baskıları için sayfaları iyileştirmeye, güzelleştirmeye çalışırdık. Haberlerde irili ufaklı değişiklikler yapardık, ama bazan da bir haberi silbaştan yazardık, bazan da yepyeni bir haber girerdik. Gerekiyorsa kütüphaneye iner bilgi eşeler, haberi geçen yerel muhabirleri arayıp daha fazla ayrıntı edinmeye çalışır, sonra da kafa kafaya verip yazardık. Genellikle yazıcı bendim ama çoğu durumda her cümleyi konuşa tartışa beraber yazardık, katiplik yapardım ben.
Bir akşam Sebati Karakurt, o sıra gece muhabiri/fotomuhabiri olarak çalışıyordu, bir haberle geldi. Ümraniye’de bir toplu sünnet düğünü vardı. Çocuklar bu düğün için seyircilere bir oyun hazırlamıştı. Oyun yoksulluğu, eşitsizliği ele alıyordu. Bazı insanlar bu adaletsizliğe isyan ediyor, yürüyüş yapıyordu piyeste. İşte bu oyunun sahne arkası salonun dışındaydı, oyuncu çocuklar, oyunda kullanacakları birkaç pankart falan… Polis bu kulisi görmüş ve baskın düzenlemişti, yanlış hatırlamıyorsam en büyüğü 14, en küçüğü 6 yaşında çocukları gözaltına almıştı suç aletleriyle.
Bu haberi görünce deli gibi olduk. Sebati’ye her ayrıntıyı, ayrıntı kırıntısını anlattırdık, onun yazdığıyla yetinmeyip. Sonra da dördümüz düşüne taşına konuşa haberi bir piyes formatında, diyaloglar ve sahne direktifleri halinde yazmaya karar verdik ve yazdık.
Zaten çok da parlak değildi yazdığımız galiba, ama haber formatının nasıl esnetilebileceğini, diyalogun yadırgatıcı biçimlerde de habere sokulabileceğini göstermesi bakımından iyi bir örnek olabilir diye düşündüm.
Bu haberi size göstermeyi çok isterdim. Üç beş yıl önce kitaplığa gidip haberi çıkarıp bir fotoğrafını almıştım. Ama şimdi iki gün aradım taradım bulamadım o fotoğrafı, bilgisayarın hangi deliğine kaçtıysa. Arhavi’de eyleştiğim için kitaplığa da gidemedim tekrar. Bulduğumda ya da İstanbul’a yolum düştüğünde yayınlarım burada.