Avrupa içinde olduğu kadar aşırı sağ düşüncelerin ve siyasi girişimlerin dünya ekseninde de yer bulması bugün kimlikçi bir siyasetin ve söylemin toplumsal barışı tehdit etmekte olduğunu göstermekte. Yabancılara ihtiyacı olan bir ekonominin hatta bugün kalifiye işlerde ülke dışından gelen çalışanlara ihtiyaç duyarak, yabancıları alacağını ilan eden Avrupa ülkelerinde bu tip gayrı-rasyonel siyasi söylemlerin vatandaşlar arasında ses getirmeye başlaması çanların kimin için çaldığını göstermez mi? Gerçek demokrasinin değerlerinin yerlerde sürüneceğinin habercisi değil mi?
Güncel bir nokta daha var: İslam ve Fransa’nın laik Cumhuriyet rejimi çelişkilerinden yola çıkarak göç sonrası toplumsal formasyon sorunlarının gündeme geldiği bir dönemden geçiyoruz. Fransızcası “Islamo-gauchisme” olan “İslami solculuk” kavramı bugün Fransız üniversitelerinde çok gündemde olan bir kavram. Solun İslam’la ittifakı gibi algılanıyor. Ama bu tarif çok da gerçekçi gibi durmuyor bana kalırsa, çünkü Fransa’daki solun, mesela Alain Badiou’nun İslam’la ilişkisi için ne söylenebilir? Hiçbir İslami sempatisinin olduğunu söyleyemeyeceğim. Aynı şeyi Rancière için de yahut Fransa’daki birçok entelektüel için de söyleyemeyeceğim.
Ama bir başka nokta daha var. O da ilginç bir şekilde, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Fransa’da, Almanya’da, Avrupa’da başlayan antisemitizmin bugün İsrail’in politikalarıyla birlikte Yahudi karşıtlığından bir tür Arap karşıtlığına dönmüş olması meselesidir. Bu, Yahudi entelektüelleri de aynı zamanda rahatsız etmekte olan bir durum. İsrail politikalarına karşı çıkan onca demokrat hem İsrail’de hem yurt dışında, Avrupa’da veya Amerika’da yaşayan bazı Yahudiler İsrail’in bugünkü dışlayıcı politikalarına karşı durmalarına rağmen, antisemitizmin kurbanı olmaya devam etmekteler.