MURAT SEVİNÇ
Enes Kara için…
Muhtemelen daha önce anlatmışımdır, zararı yok, tekrar olsun:
1975-76’da Kuran kursuna gönderildim. Başımda beyaz takke, elimde yeşil kumaş korumalı Kuran, birkaç arkadaş Rami Yenimahalle’deki eski, küçük ve güzel camiye gitmeye başladık. İlk günlerdi, gençten hoca bizi karşısına aldı ve Atatürk’le ilgili konuşmaya başladı: “Atatürk’ün mezarında neden öyle büyük bir mermer olduğunu biliyor musunuz?” Merakla bakıyoruz yüzüne. Başladı anlatmaya, uzun uzun, ağdalı cümlelerle, sesini süsleyerek… cami-vaaz-hutbe deneyimi olanlar iyi bilir o ton ve üslubu.
Efendim, Atatürk ölünce gömmüşler, toprak kabul etmeyip dışarı atmış. İki kat derine gömmüşler, yine kabul etmemiş. Üç, dört, beş… Yedi kat derine gömmüşler, yok hayır, olmuyor bir türlü. Sonunda bakmışlar ki bir yolu yok, üzerine koskoca bir mermer yerleştirmişler, o sayede toprak dışarı atamamış. Nasıl, güzel hikâye değil mi, son derece gerçekçi! Siyasal İslamcıların erken dönem örneklerinden. Dindar mı dindar, güvenilir mi güvenilir…
Bunların 80’li yıllardaki modellerinden, ‘Çankaya-Ezankaya’ itirazları dinlemişliğim vardır. Ergenliği ömür boyu atlatamadıkları için bayılırlar böyle zevzekliklere, Çankaya’nın adında çan varmış da, orayı günü gelince ‘Ezankaya’ yapacaklarmış da vs.
Yıllar sonra tek başına iktidar oldu bu arkadaşlar, “İleri demokrasi getireceğiz” dediler, üstelik kendilerini ciddiye alan aklı başında bir okumuş kitle de buldular ve nitekim düşledikleri demokrasiyi inşa ettiler. Doya doya, ciğerimize çeke çeke yaşıyoruz şimdi demokrasinin ilerisini.
Her neyse… Hoca anlattı anlatmasına, biz de çocuğuz ama yine de bir gariplik olduğunu düşündüm. Ailem dindar, namazında niyazında, fakat Atatürk’le ilgili kötü bir söz duymamışım o saate kadar, adı geçince iyi anılıyor. Eve dönünce söyledim bizimkilere, babam kızgın halde camiye gitti, ne konuştular bilmiyorum, beni o kurstan aldı, Bereç civarında başka bir küçük camiye kaydettirdi. Sorun şu ki, her çocuk benim kadar şanslı değildi, birileri de bu acayipliklere inanarak yetişti, aynı muhitte.
İkinci camideki hoca dünya tatlısı bir adamdı. Herkese çok iyi, şefkatli davranır, güzel anlatırdı. Kısa sürede öğrenince beni asistanı yaptı, anlayacağınız ilk asistanlığım o kurstaydı! Yaşıyorsa Allah ömür versin, hep iyi hatırladım kendisini. İşte bu hoca da, yukarıda anlattığım herifler iktidara gelince neye uğradığını şaşıran ve giderek içine kapanan, olup biteni seyreden ve güçleri, nefesleri, kültürleri ‘seyretmek’ dışında bir şey yapmalarına izin vermeyen, hâlihazırda ‘azınlıkta’ kalmış görünen dindar kesimi temsil ediyor benim için.
‘Var mı böyle insanlar hakikaten’ diye sormayın hiç, olmaz olur mu, var tabii ve ne diyeceklerini bilemez haldeler. Yine yazmışımdır, rahmetli annem yaşamının son yıllarını “Bunlar nasıl Müslüman böyle!” şaşkınlığıyla geçirdi, kendisini başka bir dinin mümini gibi hissediyordu.
Siyasal İslamcılığın tanık olduğumuz versiyonu büyük ölçüde Soğuk Savaş artığı. Sol hareketleri engellemek için ülkenin ve insanlığın başına bela edilmiş, 1980’ler dünyasında dizginlerinden iyice boşalan neoliberalizmin en pervasız uygulamalarının ağzı dualı temsilcileri. Kamunun ‘kamusal yaşamdaki’ ağırlığının giderek azaltıldığı, özelleştirmelerin başladığı, halkın malını mülkünü satıp savmanın en uygun ve ‘bilimsel’ ekonomik model olduğu propagandasının hâkim hale getirildiği, ücretsiz ve nitelikli eğitim, sağlık, barınma haklarını savunanların büyük bir gürültüyle ‘geri kafalı’ ilan edilip seslerinin kısıldığı yılların giderek parlatılan ideolojisi, 2000’lerde iktidara tırmandı. Batı’nın, ABD’nin büyük desteğiyle.
Cumhuriyet tarihinin en yoğun özelleştirmesi, bıyıklı kareli ceketliler devrinde yaşandı. Bugün Türkiye’de söz konusu ‘yaşamsal’ kamu hizmetlerine, yüksek meblağlar ödemeden ulaşmak neredeyse olanaksız. Dolayısıyla günümüzde artık belli bir gelir seviyesinin üzerine çıkabilen ‘azınlık’ dışında hemen herkes kölelik ücretiyle yaşamaya ve mutsuzluğa, umutsuzluğa mahkûm. Kendimizi kandırmanın âlemi yok, nitelikli eğitim alabilen bir avuç öğrenci yurt dışına gitmeye çalışırken, kalan milyonlarca genç işsiz ya da köleliğe razı yaşayacak, bu saçma sapan düzen değişene dek.
Diyeceksiniz ki, canım parasız okunabilecek, iyi eğitim alınacak kamu üniversitesi yok mu, haklısınız, olmaz olur mu, örneğin Boğaziçi Üniversitesi var. Bak neler yapıyorlar, hepimizin gözü önünde.
Devletin dönüşümü, özelleştirme, dinciliğin, akıl dışı akımların palazlanması eş zamanlı yaşandı. Yalnızca Türkiye’de değil tabii. İşin matrak yanı, sosyalizmi yeneceğiz diye aklı fikri ucuzlatan, uydurma felsefi akımlara düşünce muamelesi yapan Batı kapitalizmi, şimdi ‘Yukarı Bakma’ adında film çekip, “Ay ne oldu böyle insan evladına, hiçbir şey anlatamıyoruz” diyor, tabii yine büyük paralar kazanarak, bedava diyecek hali yok!
1970’lerde el kadar çocuklara, “Atatürk’ün üzerine mermer koydular” masalını anlatan o bıyıklı ‘aile’ babası, yıllar içinde işveren, holding sahibi, eğitimci, siyasetçi, rektör, öğretim üyesi, şu bu oluverdi.
“Tüm kötülüklerin anası bu iktidar” iddiası kolaycı, inkârcı ve zevzekçe kuşkusuz; başlatan AKP değildi, ancak her şehre bir üniversite açıp yükseköğretimi tümüyle tüketen de yine bu kareli ceketliler oldu. Zaten, kendilerine benzemeyen her insan ve nesneden nefret eden muhteremlerin çok önemli bir başarısı, Cumhuriyet’in azımsanmaması gereken olumlu kazanımlarını yok edip ne kadar höt-zötçü nahoş tarafı varsa onu eskisinden bin beter hale getirmeleri.
Çok sayıda üniversite açmanın başat gerekçesi, o şehrin ticaret yaşamını canlandırmak, ev sahiplerini sevindirmekti. Bir de, muhafazakâr ailelerin çocukları kendi şehirlerinde ya da çevrede okuyabilsin, büyük şehre gitmesin istediler. O ailelerin çok hoşlandığı bir tercih oldu bu tabii. Oysa başka bir şehirde, özellikle büyük şehirde okumak, genç bir insanın başına gelebilecek en iyi, öğretici, olgunlaştırıcı işlerdendir. Tutucu aileye bakılırsa, eğer kazanacaksa da yakın bir yerde, örneğin komşu şehirde olmalıydı üniversite.
Dolayısıyla, bolca yurt gerekiyor. Öğrenciler evde mi kalacak, o zaman onları rahat ettirecek, ucuza yaşamalarını sağlayacak evler olmalı, peki kim yapacak bu işi?
Canım Allah aşkına devlet öyle her alanda hizmet vermez ki, yok artık, yatak odamıza da karışsın bari, her öğrenciye nitelikli yurt ve beslenme hizmeti vermek devletin işi mi, olacak iş mi, hadi canım, oldu olacak komünizm gelsin bari, devlet organize eder şekerim, öyle her halta karışmaz, bırakın insanlar istediği yerde kalsın, biri daha lüks bir yurt istiyorsa ne zararı var, yok yok hayır, devlet bu işlere burnunu sokmamalı, bak bunca hayırsever var, bunca vakıf var, her şeyi devletten beklememek gerekiyor, ah memur kafalılar, iki koyun güdemez bunlar, vallahi!
1980’lerin sonundan itibaren, özellikle 90’lar ve 2000’lerde pıtrak gibi çoğaldı tarikat yurtları ve evleri. Tarikat yurdu ve evi, yaşamın her alanında geçerli olacak bir kartvizitti gençler için. İş bulma, eş bulma, kadro/yükselme vs. Gariban çocuk sırtını dayayacak bir yer arıyor, ailesi yoksul, bir kısmı yoksul olmasa da çocuğu dindar muhitte olsun istiyor, ah bir bakmışsınız ailenizin tarikatı yanı başınızda…
Bir yanda evlatlarını kendilerinin emir eri sayan muhafazakâr aileler, öte yanda temel yaşamsal kamusal gereksinimleri karşılama işini şahıslara devredip elinde copla yurttaşının üzerine yürüyen devlet ve nihayetinde laiklikten nefret eden neoliberal İslamcıların her kurumda baş köşeye oturttuğu tarikatlar. Bunca yılın sonunda bıkkınlık veren bir iktidar ile gerekli umudu yeterince yaratamayan muhalefet arasında, ne yapacağını şaşırmış genç insanlar. Hemen hepsinin gözü yurt dışında, pek azının gitme şansı var.
Ailesinden ve cemaat yurdundaki baskıdan şikâyet eden bir video çektikten sonra yaşamına son veren tıp fakültesi öğrencisi Enes Kara hakkında bir şey yazamıyorum. Seyretmedim. Yazdıklarını okudum. Elimden ve içimden gelmiyor. Çok üzgünüm. Ünsal Ünlü bu sabah, bence ‘doğru soruyu’ sorarak bir program yaptı, ekleyecek bir şeyim yok, buraya bırakıyorum.
İnsanın karnının doyması haktır, insanın insanca koşullarda barınması haktır, insanın düzgün ve sağlıklı bir çevrede yaşaması haktır, insanın özgürce yazıp konuşması haktır, insanın endişe duymadan yaşaması, geleceğinden kaygılanmaması haktır.
İnsanlığı kurtaracak olan da eşitlikçi, özgürlükçü, toplumculuğu ön planda tutan, katılımcı bir siyaseti üretmek olacak. Daha dindar görünmenin, daha milliyetçi pozları takınmanın, daha çok hamasetin kimseye faydası yok. Türkiye’de ve dünyada.
Yeri gelmişken, hiç kimse benim çocuğuma iradem dışında din eğitimi veremez. Hele ki ‘ciğerini bildiklerim’ hiç veremez. Yeter!
Bir avuç kareli ceketli dışında, cümleten kâbus yaşıyoruz. Umuyorum bir gün uyanırız.
İklim krizi notu: Açık Radyo’da yayınlanan Açık Yeşil programının 5 Ocak 2022 kaydını buraya bırakıyorum.