
DAĞHAN IRAK
daghan@daghanirak.com
@daghanirak
Biliyorsunuz, haftalardır devletin ve ona eklemlenerek onu daha da kötüleştirebilmiş bir rejimin kirli çamaşırları dökülüyor ülkemizde. Mevzu artık o kadar iğrençleşti ki bu ‘kirli çamaşır‘ lafı mecazi olmaktan çıkmaya doğru gidiyor. Son bir haftada yüce devletimizin bir ‘muhabbet tellalı‘ istihdam etmiş olabileceğini, hatta bu kişinin son 20 yılda başımıza gelenlerin sorumlularından biri olabileceğini öğrendik. Anlaşıldığı kadarıyla, memlekette ele gelecek toramanlıkta olup da kaseti olmayan yok. Müstesna devletimiz, bir yerlerde şifreli hard disklerde duran amatör, politik, yarı konulu bir porno arşivi dağının üstünde duruyormuş meğerse! Daha evvelden kaseti çıkanların da ‘Best Of‘ albümleri olduğunun haberini almış bulunduk.
Aynı hafta içinde, Cumhuriyet’ten Nagihan Yılkın’ın, beş yaşındaki çocuğunu taciz ettiği için tutuklanan AKP’nin eski Selçuk gençlik kolları başkanıyla ilgili haberine erişim engeli getirildi. Biri altı, diğeri dokuz yaşında iki çocuğu birkaç kişiyle beraber taciz ettiği ortaya çıkan anne-babanın tutuklanması ikinci kez reddedildi. Çocuk tacizinden mahkum olan Uşşaki Tarikatı şeyhi Eyyüp Fatih Şağban’a hem ‘iyi hâl‘den ceza indirimi uygulandı, hem de hakkındaki ikinci şikayet takipsizlik kararıyla düşürüldü. Hepsi bir hafta içine sığdı bunların…
Devlet ve mahkeme korumasında çocuklara karşı işlenen bu cinsel suçların biri bile herhangi normal bir toplumda infial yaratmaya yeterdi. Ama biz Türk toplumu olarak, infial hakkımızı eşit yurttaşlık ve insan muamelesi görmek dışında bir istekleri olmayan, bunu savunmak için de barışçıl bir yürüyüş gerçekleştirmek isteyen LGBTIQ+’lar için kullandık. Vay efendim, nasıl olurdu da bu ‘ahlaksızlar‘ Türk aile yapısını ve toplumunu tehdit edebilirdi? Türk ailesi, geyliğe özendirilerek dinamitleniyordu!
Cinsel yönelim meselesini yıllarca ‘bizde öyle şey olmaz‘ bohçasına sarıp toprağın dibine gömen toplum, başka yerlerde olduğu gibi Anadolu topraklarında da yüzyıllardır var olduğu kanıtlı olan eşcinsellik azıcık görünür olunca isteri krizlerine girivermişti. ‘Ecdadımız…’ diye başlayan tiratlara girişenler, homofobinin bizim toplumumuza Batı’dan ithal edildiğini, mesela Osmanlı saraylarında eşcinselliğin öyle alışılmadık bir şey olmadığını bile bilmezdi oysa. Aksine, açıktan homoseksüel ilişkilere gönderme yapan onlarca edebi eser varken, yakın dönemden olmayan homofobik bir kayıt bulmak pek zordu.
Kendi kırılgan erkekliğini; ecdadla, fıtratla, ahlakla açıklamaya çalışan, çırpındıkça batan, battıkça hırçınlaşan bir patolojik toplum, nefes almaya çalışanı boğmaya girişmişti, üstelik devlet eliyle. Maaşını ödeyen yurttaşlara düşman gibi vuran, boğmaya çalışan polisler, evlerin içine dalıp gözaltı yapacak kadar hukuku unuttular bu uğurda. Sırf olayları izleyip belgeliyor diye, dünyanın en önemli basın fotoğrafçılarından biri, Bülent Kılıç’ı neredeyse boğuyorlardı ve bu herkesin gözünün önünde yapılan işkenceye ‘zorbalık‘ denmesine bile bozulmuştu o polisleri meslekten atması gereken İçişleri Bakanlığı…
Bu kadarı da yetmemişti kuşkusuz, zira kırılgan toplumsal erkeklik sağaltılamıyor, hıncını da bir türlü alamıyordu. Sırf, gökkuşağı desenli bir Pride tişörtü giydi diye Galatasaraylı Taylan Antalyalı’ya yöneldiler bu sefer. Çok ahlaklı, biri milletvekili babasının sayesinde mesleğe girip yükselmiş, öbürü Fethullahçılık’tan reisçiliğe atlamış, kahvehaneden taze çıkma iki futbol geyikçisi, fetvayı verdiler; ‘tiz milli takımdan atılaydı Taylan’! Tarikat kontenjanından gazete genel yayın yönetmeni yapılmış babasının torpiliyle işe girmekten, dün ‘hoca‘ dediğine bugün ‘kaka’ demekten utanmayanlar, Taylan’ın tişörtünden utanmıştı.
Sorsan, yukarıda anlattığım olan bitenin hepsi o mitik ‘Türk ailesi’ni korumak adına. Hani, RTÜK’ün korumak adına İslamcı olmayan bütün yayınları kösteklediği, sinema klasiklerini bile uğruna gri bulutların arkasından izlediğimiz aile var ya, hah, işte o. Herkesin sahip olduğu farz edilen, olması beklenen, olmadığında ‘cık cık’lanan, gerektiğinde değnekle o şekle sokulan aile yani.
Gelin şunun adını koyalım, o ideal ‘Türk ailesi‘ kadar dejenere, boğucu ve kötücül az şeye rastlar insan hayatta. Çünkü o aile, bireyleri mutlu olsun diye yoktur, o aile devam etsin diye vardır sadece, yalnızca türün değil geleneğin de devamını sağlamakla görevlidir, bu yolda bireylerin mutsuzluğu yalnızca katlanılabilir değildir üstelik, özellikle arzulanır bu. Ailenin tüketemediğini mahalle berhava eder, ondan kaçanı ise devlet derdest eyler. İdeal ‘Türk aile yapısı’, toplumsallaşmış ve nesilden nesile aktarılan sevgisizlik ve mutsuzluktur. Eğer ‘benim ailem böyle değil‘ diyorsanız, birilerinin sizde bir şeyleri eksik ve yanlış gördüğünden emin olabilirsiniz. Eşini, çocuğunu sokakta öpüp okşamaktan toplum baskısıyla çekinen insanların ülkesidir Türkiye… Her sevgi gösterisinin zayıflıkla itham edildiği yerdir. Böyle olmayabilirdi ve hepimiz daha mutlu ve huzurlu olurduk. Bunun böyle olması politik bir tercihtir.
Son 20 yıldır biz bu toksik yapının rejimleşmiş hâliyle yaşıyoruz. Hoyrat ve fevri bir mikroyönetimciliğin üstümüzdeki tişörtün rengine kadar karıştığı bir rejimle tükettik hayatımızın iki on yılını. Böyle deyince, tüm faturayı tek bir politik hatta kestiğim sanılmasın, Türkiye’nin aileden başlayan muhafazakarlığı, ‘din elden gidiyor’culuğun yanında ‘aile terbiyesi‘ tutkunu laik muhafazakarlığın da eseri olmasa herhalde 2002 yılına kadar zayıflamadan gelmeyi başaramazdı. Diğer taraftan, son yirmi yılın istisnai boğuculuğunu görmezden gelip, sahte denklikler kurmanın mânâsı yok. Şu son yirmi yılda bütün ülke, baskıcı ve öfkeli bir babayla aynı evde yaşamanın ne demek olduğunu daha önce bilmiyorduysa, öğrendi.
Ama artık bunun değişmesi gerekiyor, toplumun her ölçeğinde üstelik. Çünkü mutsuzuz ve bu mutsuzluk her geçen gün kendini sosyal travmalarla belli ediyor. Yirmi yılda üzerinde tahakküm kurulanlar öfkeli ve mutsuz; ancak tahakküm kuranlar da öyle. Bir insan topluluğu, her istediğini yapabildiği bir toplumda niye bu kadar öfkeli ve kırılgan olur ki?
Bana son 20 yılda en çok şaşırdığım şeyi sorsalar, gerçekten mutlu bir AKP’liyle bile karşılaşmadığımı söylerdim. O hâlde, artık her istediğine sahip olduğunda bile mutlu olamayan bir güruhun peşinden gitmeye razı olmamak gerekiyor. Çünkü bu içinde yaşadığımız, hepimizi mutsuzluktan öldürüyor.