MURAT SEVİNÇ
ODTÜ hocası Necmi Erdoğan uzun süredir Birgün gazetesinde yoksul muhit insanının derdini işleyen ve duyuran bir yazı dizisi kaleme alıyor. Hepsi birbirinden güzel ve yorucu yazılarının sonuncusunu okuyunca, bir şeyler yazmak istedim.
Kapitalizm ve vardığı aşama (o aşamanın bir sonucu iklim kriziyle birlikte) yalnızca Türkiye’de değil her yerde sorun ve sonuçları, yine her yerde tanık olduğumuz temsil açmazı, ceberut siyasetçilerin iş başına gelişi, en demokratik bilinen ülkelerin dahi seçim ve sonrasında sancı yaşaması, devletlerin güvenlik sağlama görevlerinin diğer çoğu işlevin önüne geçerek büyük ölçüde ‘yurttaşına karşı kendi güvenliğini sağlama ve ömrünü uzatma’ siyasetine dönüşmesi. Bir yandan sosyal adalet sistemi sarsılır ve gelir uçurumu derinleşirken diğer yandan servet sahiplerinin (Davos’ta, örneğin) endişe içinde daha adil bir vergilendirmenin gerekliliğinden bahsettiğine tanıklık ediyoruz. Aynı anda eşit yurttaşlık geliri ve çalışma saatlerinin azaltılması da konuşuluyor. Bilişim Devrimi’nin umulan sonuçları bunlar, üretimde daha az emekle aynı verimlilik vs.
Tarih boyunca olduğu gibi insanlığı ilgilendiren dertler herkesçe aynı biçim ve ağırlıkta yaşanmıyor; ırkçılığın ve totaliter eğilimlerin Hindistan’da, Latin ülkeleri, Avrupa ya da ABD’deki gücü ve etkisi farklı. Malum, ülkede olduğu gibi dünyada da aynı gemide değiliz. İrili ufaklı filikalarında dalgalarla boğuşan dünya ahalisinin bir kısmı kendisini o geminin güvertesine atmak istese de bunu pek azı başarıyor. Yerel çatışmalar, işgaller ve iklim zorunlulukları düşünülünce, göçmen dolu o filikaların sayısı her geçen gün artacak. İnsan hakları kavramı, devletler ve toplumlar nezdinde II. Dünya Savaşı’ndan bugüne belki de en itibarsız günlerini yaşıyor. Ezcümle, her şey bir arada, dizginsiz kapitalizm ve kamuculuk tartışmaları, tüm kötüye gidişler ve umut yaratan gelişmeler… varılacak yeri halklar belirleyecek.
Türkiye’nin talihsizliği dünya çapındaki sarsıcı dönüşümü/krizi, ağzı dualı ve ihaleci neoliberallerin iktidarında yaşaması oldu. Eş dost, tanış, akraba, arkadaş, yandaş vs. çevresinde dönen ekonomik ilişkiler, eğitim, yargı ve bürokrasiyi ideolojik saplantılarla dönüştürme hevesi, dönüştüremediğini yıkma arzusu (bkz. Boğaziçi), zaman içinde burjuva demokrasisi ve hukukunun temel ilkelerinin askıya alınması ve sonunda beklenebileceği gibi ‘hukuk ve devlet benim’ rejimi. AKP iktidarının ilk yarısında daha iri yarı olan klasik demokrasisinin teminatı konumundaki orta sınıf, eğitimli-eğitimsiz kesimleriyle giderek zayıfladı ve geldiğimiz aşamada ‘ev alabilecek miyiz?’ sorusunun yerini ‘tatile gidebilecek miyiz?’ kaygısı aldı. Büyük şehirlerdeki dehşet verici konut sorununun hayatı iyice tahammül edilmez hale getirdiğini hatırlatmaya gerek var mı? Halihazırda milli gelirden en yüksek payı alan bir avuç insanın kazancı akıl alır gibi değil, yukarıdaki yüzde 20’lik nüfus gelirin yarısına sahip. Mahfi Eğilmez’in geçen yılki yazısını buraya bırakıyorum. Bankalar krizde kârlarını çılgınca artırdı, Türkiye’den verilen lüks araç siparişine yetişilemediğini yazıyor gazeteler.
Daha önce yazmıştım, kenar mahalle yürüyüşlerimde son zamanlarda en çok dikkatimi çeken şey kır pidecilerinin ve simitçilerin (epeydir) sayısındaki artış. Ucuza karın şişirme mekanları. Bir de göreli hesaplı sulu yemek lokantaları, önlerinde kuyruk var. Gözle görülür, hatta göze sokulan bir yoksullaşma. Çöp karıştırıyor insanlar. Hacer Foggo’nun faaliyetlerini ve sevgili Bülent Şık’ın Bianet’teki yazılarını takip ediyorsunuzdur, gıda fiyatlarındaki anormal artışların ardından özellikle çocukların yüz yüze kaldığı beslenme yetersizliği üzerine. Sağlık ve eğitimde dizginsiz özelleştirmenin sonuçları ortada. Kim iktidara gelirse gelsin önündeki en ciddi sorunlardan olacak. Bir avuç yurttaşın çocuğu hallice eğitim alıp dünya ile az çok iletişim kurarken, geriye kalan milyonlar ucuz iş gücü, bir başka deyişle köle ücretiyle çalışan mutsuz ve umutsuz milyonlara dönüşmekte. Lise mezunları banka müdürü olurdu ben çocukken, artık üniversite mezunlarının çoğunluğu, eğer şanslıysa asgari ücrete talim ediyor ve edecek.
Bıkıp usanmadan yinelemeli, yoksulluk siyasal-toplumsal-ekonomik tercihlerin sonucu, kader değil, fıtrat değil, akıl fikir sorunu değil; bir insan hakkı sorunu, ayrımcılık sorunu. Dar paçalı yirmi yaşındaki genç irisi tosunlar lüks araçlarını nargilecilerin önüne, kurye delikanlılardan daha akıllı olduğu için park etmiyor. Yoksulluk nedeniyle mecbur bırakıldıkları tarikat yurdunda yaşamı karartılan gençler, pudra şekerci serserilerden daha yeteneksiz değil. Koşullarımız ne olmamıza izin veriyorsa o oluyoruz. Necmi Erdoğan’ın yazısından birkaç alıntı:
Balonculuk yapan Halil: “Ben dayanamıyom abi. Nefsim uyanıyo bi süreden sonra. Kendini tutuyon ama ondan sonra tutamıyon. Zoruma gidiyo benim ya. Yani fakirlik zoruma gidiyo… Anlıyosun yani, tam fakir olduğunu… Ondan sonra duyguların kabarıyo senin, isyan etmeye başlıyon. Durumuma isyan ediyom abi, baloncu olduğuma isyan ediyom. Param olmadığına isyan ediyom, mücadele verdiğime isyan ediyom. Geri kaldığıma isyan ediyom bu hayatta… Her şeyden soğuyom yani… Hemen geliyom bi kaçak (içki) alıyom elime, içmeye başlıyom.” Cezaevinden denetimle serbestlikle çıkmış olan Selim’in kolları ve göğsü kesik dolu: “Çok canım sıkkındı. Kendimi kesiyim, canımı yakayım bi dedim… Bi de durumsuzluk vardı…” Evi olmayan Oğuz da parkta yatarken aklına hemen içkinin geldiğini, “iki duble atınca parayı marayı unuttuğunu” anlatıyor. Necmi Erdoğan’ın yaptığı 82 mülakatın 15’inde -yarısı kendileri tarafından, yarısı da eşi veya çocuğu tarafından olmak üzere- uyuşturucu kullanımı konusu geçmiş. Ve intihar isteği. Salih: “Rabbimden tek dileğim hayırlı ölüm nasip etsin… Yaşamak istemiyom hocam” diyor. Seda ise intihar konusunda ciddi olup olmadığı sorusuna “Vallaha cidden düşünüyom! Öyle şaka maka değil yani” karşılığı veriyor. Çocuklarının isteklerini karşılayamadığında, Zeynep’in içinden şöyle geçiyormuş: “Bazen böyle yok olayım diyorum ya! Ben böyle görmektense yok olayım.” Aynı ülkede, aynı şehirde, muhtemelen yan sokağımızdaki insanlar.
Necmi Erdoğan’a yazıları için teşekkür ederim. Herkese okumasını öneriyorum. Yeri gelmişken, Zafer Yılmaz’ın ‘Yoksulları Ne Yapmalı?’ (2012, Dipnot) ve Pınar Öğünç’ün ‘Pandemi Zayiatı’ (2021, İletişim) başlıklı kitaplarını da bir kez daha hatırlatayım.
Bir iktidar gider diğeri gelir, günü geldiğinde şu yaşadıklarımız da belleğimizde silikleşmeye başlar. Her ne yaşarsak yaşayalım herhalde sürekli hatırlanması gereken, giderek derinleşen yoksulluk ve bu ayrımcılığın toplumu, bizleri düşürdüğü hal. Bir biçimde yaşamaya devam ediyoruz kuşkusuz, buna mukabil yaşını başını almış birini çöp karıştırırken, akşam vakti semt pazarı tezgahlarının çevresinde yiyecek bir şeyler aranırken gördükten sonra içimizde, eskisi gibi yaşamamızı engelleyecek bir şeyler değişmeli. En ahlaksız ayrımcılık türlerinden olan yoksulluk ve sonuçlarıyla mücadele her koşulda gündemimizde kalmalı.
Yazı önerisi: Yine, Yunus Emre Erdölen’den bir dünya yazısı. Ruanda soykırımına yatırım yapan bir tüccarın 90 yaşında yargılanmasına ilişkin.