
MURAT SEVİNÇ
Türkiye ahalisi düzenli ve giderek sıklaşan aralıklarla sınanıyor ve her sınama bir öncekini aratır türden.
‘El artırmak’ deyimi az ya da çok ‘cüret’ barındırır ve eğer sosyal-siyasal ilişkilerinden ya da iktidar uygulamalarından söz ediyorsak, el artırmak için bir önceki elin hiç olmazsa benimsenmiş görünmesi gerekir. Önceki elin gerekleri yaşanmış, güzellikle ya da zorla kabul ettirilmiş, artık yeni bir düzeye gereksinim var.
Hâlihazırda yüz yüze olduğumuz parti-devlet rejimlerinde ise el artırmak, rejimin bekası için gerekli. Dolayısıyla artırılan eller, çoğu zaman ‘yönetememe‘nin değil, başka bir ‘yönetme üslubu‘nun emaresi. Toplumu alışılmamış bazı karar ve uygulamalar ile sınayıp henüz ilkinin şaşkınlığı geçmeden yenisini tedavüle sokmak bir yönetme tarzı.
Yönetenlerin kültürü, neyi ne kadar bildiği, beceri düzeyleri, kendi uygulamalarına hâkimiyetleri, üzerinde durulabilir bir konu ise; yönetmek fiilinin her zaman yüksek bilgi ve beceri, kültürel egemenlik, yaygın onay gerektirmediği de diğer bir konu. Hal böyleyken her iktidar eyleminin, dışarıdan çok çılgın ve işe yaramaz görünse de, başka bir bütün içinde tutarlı olabileceğini hesaba katarak düşünmek, olup bitenin beceriksizlikten, cehaletten, dinlememekten, liyakat sorunundan kaynaklandığını düşünmekten daha doğru yerlere götürebilir insanı.
Sabahtan akşama ‘yönetememek’ ile itham edilen bir idarenin, şu koşullarda dahi en az üç seçmenden birinin oyunu aldığı gerçeği, artık bir muhalefet ‘afyon’una dönüşmüş ‘yönetemiyorlar’ ezberini de sorgulamayı gerektiriyor takdir edersiniz. Doğru, olması gerektiği gibi yönetmiyorlar; doğru, zihnimizde bir ‘olması gereken’ var; doğru, o ‘olması gereken’ deneyimle sabit ve doğru, tüm bunlara rağmen yönetimdeler.
Tabii böyle bir yönetim tercihini ya da ‘zorunluluğu‘nu çoğulcu yöntemlerle benimsetmek mümkün olmadığı için diğer yönetim tekniklerine başvuruyorlar, daha çok din, daha çok şiddet, daha çok karalama ve hedef haline getirme, görünen o ki, daha fazla cezaevi inşaatı. Yönetmek için gerekli olan asgari rızanın her zaman doğru dürüst ve demokratik yöntemlerle yaratılmadığı, yalan dolan ve baskının rıza üretimindeki yadsınamaz gücü sayısız tarihsel örnekle sabit.
Geçen hafta iktidarın hedefindeki iki kadının, Sezen Aksu ve Sedef Kabaş’ın gündem olması, bu hafta ve önümüzdeki hafta muhtemelen başka kadın ve erkelerin gündem namzeti oluşu söz konusu ‘yönetim’ tercihinin (ya da artık, zorunluluğunun) sonucu. Dolayısıyla Aksu ve Kabaş’ın hakkına hukukuna bir an dahi tereddüt etmeden verilmesi gereken destek, sergilenmesi gereken dayanışma, onların kim olduğundan, kimin ne kadar sevip sevmediğinden bağımsız bir durum. İfade özgürlüğünü savunuyor musun, savunmuyor musun, siyasal İslamcıların hâkim olduğu bir parti-devlet baskısıyla ömür sürmek istiyor musun istemiyor musun, mesele bu.
Her yönetemiyorlar, her beceremiyorlar, her gündem değiştiriyorlar, her ilk seçimde gidecekler varsayımında, varsayım sahibi; söz konusu iktidarın aynı zamanda ‘siyasal İslamcı’ olduğunu, bu ideoloji mensuplarının tarihsel düşleriyle hareket ettiğini, karşılarındaki insanları kendileriyle denk görmediklerini, eşit yurttaş muamelesi yapmadıklarını, hatta çoğu zaman insan muamelesi yapıp yapmadıklarının dahi tartışmalı olduğunu ihmal etmemeli, kerameti kendinden menkul bir ‘yönetemiyorlar’ iddiasının büyüsüne kapılmamalı.
Dinci bir distopya olan, İdeolocya Örgüsü’nü yazmış, hayalini kurduğu devletin adı ‘Başyücelik Devleti’ olan, anti-semit, nefret dolu sözcükler kullanmayı marifet sayan Necip Fazıl’ın konferanslarını dinleyerek yetişmiş bir zihniyet var karşımızda. İktidar bir insan bedenine bürünse, muhtemelen (şairlik yeteneği hariç!) Necip Fazıl olurdu.
“Öz yurdunda garipsin öz yurdunda parya” diyen Necip Fazıl. Gazeteci Ahmet Emin Yalman’ı ‘İslam düşmanı’ ilan edip hedef gösteren Büyük Doğu’nun Necip Fazıl’ı. “Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlik… halis hürriyeti Hakka kölelikte bulan bir gençlik…” ifadelerinin sahibi Necip Fazıl. Savunduğu İslam Devrimi’nin dış düşmanlarını, “İslam’a iman dairesinin dışından musallat, tam 100 senelik, Allahsızlar, köksüzler, şahsiyetsizler, mukallitler nesli ve bütün yardımcılar…” (Bunların faal yardımcıları, manevi sömürge ustası Garplılar, Yahudiler, Masonlar, dönmeler, melezler ve kozmopolitlerdir) sözleriyle sayan, Necip Fazıl.
Bir hocamız, 1970’lerde merak ettiği için DTCF’deki bir Necip Fazıl ‘konferans’ına gittiğini, hınca hınç dolu salonda, taşradan gelen bazı ailelerin hasta çocuklarıyla, ‘Üstad’ dokunursa şifa bulurlar, diye kenar köşede bekleştiğini anlatmıştı. İşte bu Necip Fazıl’ın talebeleri, hayranları yönetiyor ülkeyi ve elbette tarihsel düşleri, hedefleri var. Neoliberal oluşları, müteahhit faaliyetleri, pragmatizmleri, bir hayalleri olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
‘Bir ülkede hem gündemi hem rejimi aynı anda değiştirmek mümkün’ ihtimalini, hiç olmazsa bir ihtimal olarak anlatabilmek, bu denli güç olmamalıydı. İktidarlar işler kötü giderken elbette gündem değiştirmek için türlü işlere girişebilir, dikkati başka yerlere çekmek isteyebilir, istiyor da zaten ve bunu aklı başında herkes görebiliyor. Ancak dikkat çekilecek o ‘başka yer’ iktidarın ideolojisiyle şekillenir. Yıllardır, dikkati başka bir yere çekmek için başvurulan her yol ve yöntem, iktidar ideolojisiyle uyumlu biçimde bir inancın egemenliğini güçlendirdi ve diğerleri üzerinde kurulan baskıyı artırdı. Biraz daha sadeleştireyim: Allah aşkına, bir iktidar gündem değiştirmek için Ayasofya’yı yeniden ibadete açar mı, mümkün mü böyle bir şey, akıl fikir alır bir yanı var mı bu değerlendirmenin.
Yalnızca on-on beş yıl önceki ülkeyi bir düşünün, neler değişti, ne yapılamıyor, ne tepki çekiyor, sınırları kim ve nasıl çizdi… Muhalefet mezarlıkta ıslık çaladursun, Türkiye artık dinî baskının yoğun olarak yaşandığı bir ülke ve olası iktidar değişikliği bu baskıyı ancak kısmen azaltabilir, hakiki bir nefes için ise daha çok uzun yıllar mücadele ve dönüşüm gerekiyor. Bir adım attılar, bir adım daha, şöyle bir tarttılar, bir adım daha, el artırdılar, o el sessizlikle karşılaşınca bir el daha… Şimdi sıra şarkı sözlerinde, nicedir sosyal medya paylaşımlarındaydı, seçime doğru daha kimbilir neler görüp işiteceğiz, yaşayacağız.
Muhalefet, basit bir soruyu yanıtlamadığı, “Nedir önceliğiniz, dünyevi hükümler mi, dinî hükümler mi?” sorusunu duymazdan geldiği için, her koşulda savunabileceği temel bir ilkeden mahrum olduğu için, iktidarla dindarlık ve milliyetçilik yarışına girdiği için, atılan her adımı ürkerek seyredip sustuğu için; daha uzunca bir süre, tanımlamanın neredeyse olanaksız olduğu o ‘milli ve dinî hassasiyetler‘i hesaba katmadan tek bir adım dahi atamayacak. “Kendi edip kendi buluyor” diyeceğim de, olan ülkeye, bize oluyor. “Yönetemiyorlar” dedikleri iktidar, şu haliyle bile, muhalefetin itirazlarının içeriğini, sınırlarını belirliyor.
Bir an kabul edelim, her eylem ve sözleriyle gündem değiştiriyorlar ve başkaca bir dertleri yok; peki, bir devlet başkanının camide, namaz sonrası eline mikrofon alıp konuşma yapmasına, boş verin içeriği, alıştık mı alışmadık mı? Anayasası’nda ‘laik’ yazan bir devlette. “Aman, din devleti olacağız” yaygarası koparacak değilim, çok büyük olasılıkla olmayacağız; buna mukabil, yalnızca günümüzü değil önümüzdeki yılları da, bugün alıştıklarımızın, sustuklarımızın içeriği belirleyecek. Teokrasiye geçmeden de, başta dinî olmak üzere muhtelif ‘değerler‘in baskısıyla yaşamak mümkün.
Yazıyı, birkaç ay önce yayınlanan bir kitaptan alıntıyla bitirmek istiyorum. Gençay Gürsoy Hoca’nın, yaşam öyküsünü anlattığı ‘Bir Hayat Üç Dönem, Anılar-Tanıklıklar’ başlıklı kitabı. (İletişim, 2021)
Hoca, kitabın bir yerinde (s.164 vd.) 27 Mayıs darbesi ardından İstanbul Üniversitesi Hukuk Kantini’nde yaşanan bir olayı aktarıyor. Solcu-sosyalist gençler toplanmış tartışırken, ‘mukaddesatçı çevrelerin önde gelen simalarından’ Kadir Mısırlıoğlu her nasılsa kantine gelmiş. Devrimci öğrencilerle sert bir tartışma başlamış aralarında ve bir ara tartışma kontrolden çıkınca Mısırlıoğlu hızla dışarı çıkmış, kapıdaki arbedede hırpalanmış ve bir ara arkasına dönüp parmak sallayarak; “Bu günler uzun sürmez, geri geleceğiz ve size göstereceğiz…” diyerek uzaklaşmış.
Sonraki 60 yıl, o ‘geri dönüş’ün de tarihi sayılır. Gençay Hoca, söz konusu serüvenin bazı duraklarına, 1969’da 6. Filo için göğüslerini siper eden İslamcılara, Mayıs 1972’de üç devrimcinin rövanş duygusuyla idamına, siyasi cinayetlere, öldürülen solcu öğrencilere değindikten sonra şöyle bitirmiş ilgili bölümü:
“… başındaki Osmanlı fesiyle Mustafa Kemal’e hakaretler yağdırarak, ‘şeriat’ çağrısı yaptığı videoları sosyal medyada serbestçe dolaşan Kadir Mısırlıoğlu, yattığı hastanede, AKP genel başkanı ve yeni rejimin cumhurbaşkanı tarafından ziyaret edildi. Vefatından kısa bir süre önce, ‘Vasiyetimdir, Mustafa Kemal’e zerre muhabbeti olan cenazeme gelmesin,’ dediği bilinen Mısırlıoğlu’nun… cenaze törenine TBMM’nin eski ve yeni başkanları dahil olmak üzere, AKP’nin ileri gelenleri tam kadro katıldılar… 1960’ta İstanbul Üniversitesi kantininden kovulan Mısırlıoğlu sözünde durmuş ve yarım asır sonra mutlak iktidar olarak dönmüştür.”
İktidar ne yaptığında, ne söylediğinde, muhalefetin Anayasa’daki laiklik ilkesini hatırlayacağını tahmin etmek olanaksız artık. Hani şu, demokratik sistemlerin ‘olmazsa olmaz’ koşulu, laiklik (sekülerlik) ilkesi.
Yazı önerileri:
1.(İklim krizi notu) İktisatçı Haluk Levent Hoca, Medyascope’ta bir yazı dizisine başladı. Bu yazıları kaçırmamanızı öneririm. ‘Teknoloji, toplum ve iktisat’ başlıklı makaleyi buraya bırakıyorum.