MURAT SEVİNÇ
Nobel ödülü yaramıyor Türkiye’ye! Bu topraktan çıkan üç insan Nobel’e lâyık görüldü, üçü de farklı gerekçelerle ve farklı ölçülerde eleştirildi; en ucuz kurtulan Aziz Sancar’dı. İktisatçı Daron Acemoğlu Nobel ödülünü alınca tezahüratla karşılanmadı. Haberi verenler öncelikle adlandırma sorunu yaşadı. Çoğu haber sitesinde, olağan koşullarda ‘Ermeni kökenli’ olarak isimlendirilecek Acemoğlu, Nobel hatırına ‘Türklüğe’ terfi ettirildi. Bazı haberlerde ‘Ermeni kökenli yurttaş’, bazısında ‘Türkiyeli’ idi.
Ödül ardından beklenebilir şekilde daha sık gündeme gelen, söyleşiler yapan Acemoğlu, kendisiyle aynı mektepten mezun gazeteci Fatih Altaylı’nın özel kanalında bir saat kadar süren bir söyleşi yaptı. Bana kalırsa başarılı olmuş bu söyleşi; kısa olmasına karşın, etraflıca konuşulmuş. İlgilenecekler için buraya bırakıyorum. Malumunuz, böyle programların birkaç dakikası sosyal medya hesaplarında reklam için kullanılıyor. Acemoğlu’nun iki konudaki görüşü bu sayede gündeme geldi ve tartışmaya neden oldu. ‘Türkiye’de akademisyen olsaydı Nobel alamayacağını’ dile getirmesi ve ‘Atatürk dönemine dair’ söyledikleri.
Sosyal medya cehenneminin marifetlerinden biri, çok takipli ve biraz ciddi olmasını beklediğiniz adı sanı bilinen insanların, haberleri ‘başlığı’na ve editörlerin seçtiği birkaç satırlık tanıtım cümlelerine bakarak yorumlaması. Herhalde bir an önce ve çok sayıda ‘layk’ alma sevdasından ya da daha vahim kişilik özelliklerinden. Oysa Acemoğlu’nun söyleşisinde Atatürk dönemiyle ilgili söz konusu yorum o sözcüklerle yapılmış olmakla birlikte, öncesi ve sonrasıyla, Altaylı’nın ufak tefek itirazları ardından söyledikleriyle, büyük ölçüde ‘tartışmacı’ bir üslup benimsediği görülebiliyor. Bunlar ‘nüans’ kuşkusuz ve nüansların bu devirde bir değeri yok!
Lafı uzatmayacağım… Acemoğlu bir bilim insanı ve söylediği her şey, hele ki devletin kurucusu hakkındaysa, hiç kuşkusuz eleştirilir, tartışılır, konuşulur. Eleştiri sert de olur, bunda yadırganacak bir şey yok. Türkiye’de sorun, sözün eleştirilmesinden ziyade, o sözün dile getirilebilmiş olmasına karşı durulan öfke. Nasıl olur da Atatürk dönemi hakkında Atatürkçüleri kızdıracak bir şey söyler, nasıl yapabilir bunu, hangi hakla! Acemoğlu’nun, Atatürk’ün ‘merkeziyetçi’ bir idare kurduğu yönündeki tespiti, ‘Acaba başka bir şeyler yapılabilir miydi?’ şeklindeki sorgulaması, İttihatçılıkla kurduğu bağ vs, kuşkusuz tartışılır ve zaten o da tartışıyor. Yaptığı bu. Ayrıca dile getirdikleri çokça yazılıp çizilmiş konular, bir şoktan çıkıp diğerine girmeye gerek yok.
Karşılaştığı yoğun tepki ve eleştirilerin şedit dili Acemoğlu’nun ikinci iddiasının kanıtı niteliğinde! Altaylı’nın sorusu üzerine Acemoğlu, Türkiye’de çalışsaydı bu ödülü alamayacağını söylemiş. Altaylı, “Türkiye’de kalsaydın… yine aynı kafayla…’ dediğinde, bence çok hoş yanıtlıyor ve “Aynı kafa olamazdım” diyor. Ardından, bilim insanının ihtiyaç duyduğu o ‘kafa’yı tanımlayarak yaşamı boyunca çevresinden nasıl beslendiğini anlatıyor.
Daron Acemoğlu’nun takip ettiği ekolün, bilimsel çizgisi ve bugüne dek yaptığı çalışmaların, çokça özgürlüğe gereksinim duyup duymayacağı tartışmasını bir yana bırakalım… Batı’da, ABD’de, bilimsel ortamın-koşulların bizden çok daha ferah olduğuna kuşku yok. Türkiye’de yapamayacağınız çoğu çalışmayı Batı üniversitelerinde endişe duymadan yapmak mümkün. Ancak, o Batı’nın (daha önce deneyimlediği gibi) şu sıralar kendisini her Allah’ın günü rezil ettiği de bir gerçek. İnsan hakları hukuku ve ifade özgürlüğü konusunda büyük bir perişanlık yaşanıyor, İsrail’in yapıp ettikleri dolayısıyla. Hal böyleyken Daron Acemoğlu, ola ki Filistin’i destekleyen bir şeyler yazıp çizseydi herhalde MIT’te şimdi olduğu gibi rahat edemezdi. Velhasıl, Chomsky’nin devletine kahretmesi nedeniyle başının derde girmemesi, Said’in attığı taş sonrasında rektörü tarafından kollanması vs. iyi güzel, ancak… bir yere kadar!
Acemoğlu’nun ‘burası ve orası’ karşılaştırmasında asıl önemli olan, bilim için öncelikle özgürlüğe gereksinim olduğunun altını kalınca çizmiş olması. Düşünce özgürlüğü olmayan yerde sağlıklı ot bitmez, bitmiyor nitekim. Türkiye üniversiteleri içinde o özgürlüğü göreceli de olsa sağlayabilen, ‘hiç yoktan iyi’ denilebilecek üç-beş kurum vardı, onlar da harap edildi, ediliyor. Şu anda üniversiteler birer sosyal tesise dönüşmüş durumda. Büyüğü var, küçüğü var, havuzlusu var, kışlık-yazlık bahçelisi var vs.
Daha önce çok yazdım; Türkiye’de akademisyen sınırını bilir, bilmiyorsa da öğrenir. Burada önemli olan hangi konularda çalışabildiğiniz değil, hangi konuları çalışma imkanınızın olmadığının farkına varmanızdır. Kuşkusuz, akademik özgürlüğün önemini kavramak ve onu talep etmek için, özgürlüğe değer vermek gerekir.
Memleket akademisinin mahcubiyet verici derecede suskun kaldığı bir dönemde, Daron Acemoğlu’nun, gerek Barış Akademisyenlerine gerekse Boğaziçi’nin fethi girişimlerine tepki göstererek akademik özgürlük mücadelesi verenlerin yanında durması, göz ardı edilmemeli. Şimdi sert eleştirilerin odağında oluşu ise buranın Türkiye oluşundan. Türkiye, düşünce özgürlüğünün kıt olduğu değil, düşünce özgürlüğünden ‘nefret edilen’ bir ülke. Bu nedenle, siyasette ve akademide ‘uyaroğluculuk’ rağbet görüyor. Ve bu nedenle, büyük şöhrete sahip kimi akademisyenlerimiz ömrünü, hemen hiçbir ‘netameli’ konuya dokunmadan, kitap satışlarını ve konferans teliflerini riske atmadan geçiriyor. Memleketlerini, toplumlarını, siyasetçileri ve üniversiteyi tanıdıkları için.
Video önerisi:
Bugün (16 Kasım) Ahmet Kaya’nın ölüm yıldönümü. Hâlâ seyretmeyenler için Ümit Kıvanç’ın ‘Uçurtmam Tellere Takıldı‘ belgeselini buraya bırakıyorum. “Kürtler ne istiyor, neleri eksik” diye düşünen, düşünen, düşünen ve bir türlü anlayamayanların, özellikle 40’ıncı dakikadan sonrasını seyretmelerini öneririm.