MURAT SEVİNÇ
Marx’la başlayalım. ’18 Brumaire’de ne diyordu (kısaltarak): Her tarihsel büyük olay ve kişiler iki kez yaşanır. İlkinde trajedi, ikincisinde fars olarak.
Türkiye devleti, herkesin akıllı telefon kullandığı 2015 Temmuz’unda, akıllı telefonun var olmadığı 1990’lardaki söylemine döndü. Sözde aydınlar, sözde siyasetçiler, savcıları göreve çağırmalar, gücümüzü görecekler vs. Böyle rejim ve dönemlerin alâmetifarikasıdır, ‘sözde’ sıfatı. Bir ara TSK mensupları ve o mensupların dalkavuğu siyaset/medya insanları çok kullanırdı. Neyse ki askeri vesayet sona erdi de…
‘Oy ver, neşemizi bulalım demokrasisi’
Çocukken, gençken, yetişkinken ne duyduysak harfi harfine tekrar ediliyor şu aralar. Tansu Çiller siyasetçiliğinin, Mehmet Ağar emniyetçiliğinin, Doğan Güreş askerliğinin, Hayri Kozakçıoğlu bürokratlığının, Ertuğrul Özkök medyacılığının ruhu hortladı.
Devlet aklı, 2015 yılında insanların siyasi görüşlerini tehditle değiştirebileceğini düşünüyor ne yazık ki. Ölümlere tanık oluyoruz bu ‘aklın’ bedeli olarak. 1930 model Kemalistler ile 2000 model ‘milliyetçi’ İslamcılar, ezcümle Sözcü ve Havuz ittifakı da sağlandı. Attıkları manşetlere bir baksanıza. Zeka seviyeleri, ırkçılık ve saldırganlıkları, nasıl da birbirine benziyor.
İlk günden bugüne malum siyasi hareketten demokrasi beklentisi olmayanlar şaşkınlık yaşamıyor kuşkusuz. AKP’yi yöneten zihniyetin siyasal ve kültürel yönleriyle doğal sınırı bu. Ne eksik ne fazla. ‘Oy ver, neşemizi bulalım demokrasisi.’
Şaşkınlık yaşayanlar daha ziyade, ulusalcılık/Kemalizm/TSK nefretinin bizatihi kendisini bir ‘dünya görüşü’ne ve hatta ‘ideoloji’ye dönüştüren AKP yancıları oldu sanırım. İki yılda tümü ‘endişeli münevver’e dönüştü. Hayal kırıklıklarından hayal kırıklığı beğeniyorlar, her Allah’ın günü.
Okuduğunuz satırların yazarı, 90’lı yılların ikinci yarısında yüksek lisans tezini ‘siyasal parti yasakları ve kapatılmaları’ üzerine yazdı. Doktora tezini ise 2000’lerin hemen başında verdi ve konusu, ‘milletvekilleri dokunulmazlıkları’ idi.
İlk tezi yazarken Mülkiye’de bilgisayar yoktu. İkincisini yazarken memleket henüz akıllı telefonlarla tanışmamıştı. Bugün dersini alan öğrenciler, daktilo ve çevirmeli/ankesörlü telefonu müzede görüyor. Muhtelif programlarla yurt dışına çıkıyorlar. Daha 20 yaşına gelmeden bir iki memleket görmüş, yabancı arkadaş edinmiş oluyorlar. Sinemaya gidenler de var tabii ama çoğu film ‘indiriyor.’ Matrak değil mi, ‘indirmek’ diye bir olgu var artık bu devirde. Kitaplarını ‘ekrandan’ okuyorlar. Onların çocukları Allah bilir nasıl bir yeryüzünde yaşayacak.
Kötü temsillerin oyuncuları gibi
Tüm bunlar yaşanırken, devleti yönetenler henüz 1977 İspanya’sını dahi yakalayamadı. Hatta bırakın İspanya’yı, 1921 Meclisi’nin gerisine düştüler.
Şimdikilerin konuşmaları 1950’lerin Bayar’ından, 1970’lerin Demirel’inden, 1980’lerin Evren’inden farksız. Aynı sözcükler, aynı zihniyet ve hatta aynı ciddi yüz ifadeleri. İfade ne kadar ciddi, sesleri ne kadar tok olursa o kadar ciddiye alınacaklarını düşünüyorlar belli ki. Kötü temsillerin oyuncuları gibi…
Mutlaka tarihi konulu tiyatro oyunlarına gitmişsinizdir. Eğer yönetmen ve oyuncular işe yaramaz tiplerse katlanılmaz olur. Mesela sultanı ya da kralı oynayan oyuncu her daim tok bir sesle ve biraz da bağırarak konuşur. Yani öyle yücedir öyle yücedir ki oynadığı rol, normal bir ses tonuyla hitap edemez! En vasat replikleri bile.
Hatırlayın, en son Egemen Bağış TBMM kürsüsünde (Yüce Divan görüşmesi) nasıl bir ses tonu ve tavırla sıralamıştı klişelerini. O an malum torbalarda kitap olduğuna ikna olmuştum. Eminim herkes olmuştur! Bugünlerde belagat şehvetiyle yapılan konuşmaları dinlediğimde, o katlanılmaz oyunları hatırlıyorum.
Gel de ‘şu çılgın Türkler’e anlat
Diyeceğim o ki her şey hızla değişir ve ‘tek dişi kalmış canavar’ yeni gezegenler keşfederken, Türkiye’yi yönetenlerin memleketin 1980/90’larına ve İspanya’nın 1960’larına dönüyor olması zaman zaman umutsuzluğa sevk ediyor.
Yıllar önce çalıştığım iki konunun artık ‘tarih’ olması gerekirken, ‘parti kapatma’ ve ‘dokunulmazlık kaldırma’nın 2015 Temmuz sonunda bir tehdit biçiminde kullanılması karşısında ne söyleyeceğini bilemiyor insan.
O iki tezi yazarken şunları düşünmüştüm: Türkiye’de bir partinin kapatılmasına karar verilip dava açılıyor ve AYM’ye uygun gerekçe yazmak kalıyor. Siyasal İslam’ın ve Kürtlerle Komünistler’in partileri bu şekilde kapatıldı. Son derece sudan gerekçelerle. Çünkü yakın zamana dek devlet aklı için bu iki akım tehditti ve kapatma davaları devlet refleksinin tezahürüydü.
Toplum ortalamasında da ciddi bir tepki oluşmuyordu. Oysa dünyanın hiçbir yerinde siyasal sorunlar mahkeme kararıyla çözülmüyor. Örneği yok. Siyasal sorunlar, siyasetle çözülüyor. Gel de bunu ‘şu çılgın Türkler’e anlat.
Başlı başına trajikomik bir konu
Aynı durum dokunulmazlıklar için de geçerli. Türkiye tarihinde, dokunulmazlığı kaldırılan vekillerin tamamına yakını, muhalif siyasi görüşleri nedeniyle yargılanmıştır. Peki insanların görüşleri değişti mi? 1994 Mart ayında siyasi linçe maruz kalan Kürt siyasetçileri, ite kaka polis otolarına bindirilip gözaltına alındı, yargılandı ve hüküm giydi. Ne oldu sonunda; ‘Vazgeçtik mücadeleden, zaten biz dağ Türkleriyiz?’ diyenine rastladınız mı?
Siyasi/düşünce suçu kategorisi, zaten başlı başına trajikomik bir konu. Mandela’dan daha güzel örnek var mı? Üstelik silah da kullanmıştı. Dünya liderleri, çeyrek asır cezaevinde kalan Mandela’nın cenazesine koşmadı mı? Ayrıca halihazırdaki Türkiye Devlet Başkanı 13 yıldır her fırsatta anlattığı üç aylık cezaevi geçmişini, düşüncelerine borçlu değil miydi? 2002’de CHP destek olmasaydı vekil dahi seçilemiyordu. Ne oldu peki üç ay yatınca? ‘Hata etmişim, minareler süngü değilmiş’ mi deyiverdi?
İnsan umutsuzluğa düşüyor desek de, doğru değil tabii. Düşmemeli. Yapacak bir şey yok, bir süre daha onlarca yıl öncesinin enayiliklerini konuşup yazacağız. Bunu da ‘sözde’ akademisyenliğin/anayasacılığın kaderi sayalım! Allah cümlemizi, ‘gözde’ olmaktan korusun.
Kişisel olarak, dokunulmazlık şantajından bir şey çıkacağını sanmıyorum. Süreçte yer alan Kürt vekillere hukuksal koruma sağlanmamasının nedeninin, ‘Bir gün delil gerekebilir’ kurnazlığı olabileceğini daha önce defalarca yazmıştım. Buna mukabil yine de geçmişteki gibi yargılama rezaletleri yaşamayacağımızı düşünüyorum. Bu bağlamda Demirtaş’ın ‘80 vekilimiz kaldırılması için başvuracak’ meydan okuması da son derece yerinde oldu.
Ayrıca, dokunulmazlıklar kaldırılsa dahi AYM’nin ilgili TBMM kararlarını iptal edeceğinden hiç kuşkum yok. 1994’te iptal etmemişti. Ama 2015’teyiz işte. Her ne kadar söylemde 1990’lara dönülmek istense de, yıl 2015.
Ben nasıl ki kazağımı kot pantolon içine sokunca 20’li yaşlarıma dönemiyorsam, onlar da beyaz toroslar devrine dönemeyecekler. Akıl var fikir var. Bu son satır yadırganabilir. Tekrar edeyim: Akıl var fikir var.
Akıl fikir demişken; AKP’deki ‘özde ve gözde anayasacılar’ Devlet Başkanı (yürütme) TBMM’ye (yasama) ‘telkin’de bulunur ve ‘müstafi’ hükümet böylesine ciddi kararlar alırken ne düşünüyorlar acep? Benimki de soru. Allah hiç kimseyi onların durumuna düşürmesin.
HDP’nin yanında duralım
Çetin Altan’ın elli yıldır yinelediği gibi; sakın ‘enseyi karartmayalım.’ Ve HDP’nin yanında duralım.
Yan yana. Tüm ölümlere, savaşa karşı. Geleceğimiz için. Nefes alınabilecek bir memleket için. Çocukların, gençlerin parçalanmaması için. Dağın taşın, köylerin bombalanmaması için. İçinden ‘Kürt geçen’ ormanların yakılmaması için…
Ve bir akşam vakti yolda eşinin yanında katledilen Binbaşı’nın güzel canı için. Kardeşini madende kaybetmiş Binbaşı’nın. Katledildiği, yaşlı ana babasına söylenemeyen Binbaşı’nın.
Savaşa karşı çıkmak insanlık görevidir. İnsanlaşmanın koşuludur. Savaş, suçtur…