ATA SELÇUK*
ataselcuk@hotmail.com
Umarım dünyamızın geleceği açısından bu haftanın öneminin farkındasınızdır.
ABD Başkanı Joe Biden 22-23 Nisan’da büyük ekonomilerin iklim kriziyle mücadelesini canlandırmak amacıyla düzenlenecek çevrim içi İklim Zirvesi’ne ev sahipliği yapıyor. Söz konusu zirvenin kasım ayında İskoçya’nın Glasgow kentinde yapılacak Birleşmiş Milletler (BM) 26’ncı İklim Değişikliği Konferansı’na (COP26) uzanan yolda bir kilometre taşı işlevi görmesi bekleniyor.
Umudumuzu yeniden yeşerten bu girişim aslında ilk değil.
Küresel ısınma ve iklim değişikliği ilk kez 1972 yılında düzenlenen Birleşmiş Milletler Stockholm Konferansı’nda ele alındı. Ama hepimizin hafızalarında yer eden 1992’deki Rio Konferansı. Rio’da temelleri atılan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çevre Sözleşmesi, 1997 yılında hazırlanan Kyoto Protokolü’yle hayat buldu.
Gelgelelim, başta atmosfere en fazla sera gazı salan ABD’nin protokolde yer almaması olmak üzere çeşitli nedenlerle Kyoto Protokolü, hedeflenen taahhütlerin yerine getirelemediği, başarısız bir anlaşma olarak sürdürülebilirlik tarihindeki yerini aldı.
2015 yılının aralık ayında yine BM İklim Değişikliği Konferansı (COP21) için bu kez Paris’te bir araya gelen devletler ilk defa 195 ülkenin katılımıyla Paris İklim Anlaşması’nı imzaladı. Temel amaç, iklim değişikliğinin olumsuz etkilerini azaltmaktı. Hedef ise küresel sıcaklık artışının sanayi öncesi dönemdekine kıyasla 2 derecenin altında tutulması, tercihen 1.5 derece seviyesine çekilmesi için tüm ülkelerin uzun vadeli ve zorlu hedefler belirlemesini sağlayacak bir çerçeve çizmekti.
Aynı gün içinde imzalanması, tüm ülkelerin katılımı, finansmanı ve hedeflere ulaşılabilmesi için öngördüğü yöntemler itibariyle diğerlerinden farklılaşan anlaşma tüm dünya için umut ışığı olmuştu 2016’ya girerken.
Ne var ki çok geçmeden korkulan oldu. Henüz bir yıl sonra sanayi ve teknolojide dünyanın önde gelen ülkesi, Çin’le beraber dünyada en fazla sera gazı salan iki devletten biri ABD anlaşmadan çekilme niyetini açıklayıverdi. Dönemin başkanı Donald Trump’ın iklim değişikliğine, bir ‘Çin uydurması’ olarak niteleyecek boyuta varan inançsızlığıyla seçim kampanyası boyunca verdiği taahhütler doğrultusundaki ilk icraatıydı bu. Ve ABD, 4 Kasım 2020’de anlaşmadan resmen çekildi. Bu zaman zarfında çalışmalar durmadı şüphesiz ama başrol oyuncusunun bu adımı süreci hayli yavaşlattı.
Evet, yeni başkan Biden’ın göreve başlar başlamaz Paris İklim Anlaşması’na geri dönme süreci için düğmeye basmasıyla ‘yine yeniden’, kaldığımız yerden devam!..
Elbette tüm ülkelerin ilk gündem maddesini Covid-19’a karşı mücadelenin oluşturduğu bir dönemdeyiz. Ama “Bir musibet, bin nasihattan iyidir.” Zira artık hepimiz kabul ediyoruz ki son dönemde yaşadığımız tüm bu salgın hastalıklar doğal yaşamı tahrip eden yaşam tarzımızın bir sonucu.
“Ülke olarak bizim durumumuz nedir?” diye soracak olursanız:
Türkiye, Paris İklim Anlaşması’nı imzalayan ama onaylamayan altı ülkeden biri. Bizim gibi onay sürecini tamamlamayan diğer ülkeler Eritre, İran, Irak, Libya, ve Yemen…
ABD’nin dönüşüyle birlikte dünya, iklim politikaları açısından daha kararlı bir döneme giriyor, karbonsuz yeni bir düzen kuruluyor.
Ülke olarak bu düzenin dışında kalmayacağımız umuduyla…
*Ekosisteme ve varlığımızın ekosistemdeki dengeye bağlı olduğuna inanırım. Tüm yaşamımız birey olarak içinde bulunduğumuz sosyal ve çevresel dünyayla etkileşimlerimizin bir bütünü. Ancak bir zaman sonra gördüm ki insan kendi yaşam mücadelesinde bu ekosisteme, ekosistemin dengesine farkında olmadan ve hatta bazen de gayet bilinçli bir şekilde zarar veriyor. Bu zararı durdurmanın, yok olanı mümkün olduğunca yerine koymanın mümkün olduğunu; gelişirken, büyürken de bunun yapılabileceğini kurumsal görevlerim sebebiyle tanıştığım ‘sürdürülebilir kalkınma’ kavramıyla öğrendim. Gelecek nesillere ekonomik, sosyal ve çevresel boyutlarıyla yaşanabilir bir dünya bırakmanın önemini baba olunca anladım.
Sonrasında sürdürülebilirlik konusunda farkındalığı artırmak için çalışmaya başladım.
Bu konuda, çalıştığım kurumum, ekip arkadaşlarım, üyesi olduğum sivil toplum kuruluşları umutla dolmamı sağladı. Her şeye rağmen iyimserliğimizi korumak için birçok nedenimiz olduğunu görüyorum. İlerleyen teknolojinin, sorunları çözme ve riskleri bertaraf etme konusunda katkısının her geçen daha da arttığına tanık oluyorum. İnovasyonu, mevcut ve gelişen teknolojiyi etkin şekilde kullanabilir, çözümün parçası olma kararlılığını gösterebilir ve birlikte çalışırsak geleceğin daha yaşanabilir olacağına inanıyorum.
Diken’de sürdürülebilirlik üzerine yazmayı, bu umudumu ve inancımı sizlerle paylaşmak için bir fırsat olarak görüyorum.