
Dr. FEYZA BAYRAKTAR
@FeyzaBayraktar_
info@feyzabayraktar.com
Önümüzdeki hafta sonu yeni bir yıla daha gireceğiz. Pandemi sürecinde bizi avcuna alan belirsizlik, hissettiğimiz duygusal iniş çıkışlar, hayatlarımıza farklı yerlerden bakmaya başlamamızla birlikte yaşadığımız içsel değişimler yaklaşık üç senemizi aldı. Bu sürecin sonunda, bazılarımız eskiden keyif aldığı şeylerden keyif almamaya başladı ve kendine daha iyi hissedebileceği alanlar bulmaya çalıştı. Yalnız, ekonomik kriz yüzümüze öyle bir çarptı ki, “Hafta sonu yurt dışına gezmeye gideyim de havam değişsin” demek, “Mars’ta bir koloni kurayım” demekle neredeyse aynı imkansızlıkta görülmeye başladı. İnsanın kendi rutininde yaptığı şeyleri dahi yapamayacak hale gelmesi, yani yaşam standardının düşmesi, tam ‘bir oh’ diyecekken başka bir belirsizlikle karşılaşması, en kötüsü de umutsuzluğun kara bir bulut gibi üzerine çökmesi, yeni yıla girerken birçoğumuzu ortak paydada buluşturan şeyler arasında sayılabilir.
En son ne zaman bu kadar umutsuz hissettik?
Bugünlerde kiminle konuşsam -çok para kazanan bir grup insan dışında- hayat standardının düşmesinden dert yanıyor. 40 yaş üzeri, kariyerinde iyi bir yerde olan insanların onca sene çalışıp didindikten sonra dışarıda yiyeceği yemeği ve yanında içeceği içkiyi hesap etmesi, kuaför maliyeti giderek artıyor diye -öğrenciymiş gibi- evde saçına şekil verme noktasına dönmesi ve bunlardan dert yanarken de, “İnsanlar yiyecek yemek bulamıyor, halimize şükür” deyip var olan duruma dair duyduğu memnuniyetsizliği suçluluk duygusuyla gölgeleyip konuyu kapatmaya çalışması da ayrıca üzücü.
Rahmetli babam ticaretle uğraşırdı, iyi bir ticaret adamıydı. Ancak ülkedeki ekonomik krizlerden dolayı, birçok kişi gibi biz de geçmişte birçok kez battık, çıktık. Ben ekonomist değilim ama ülkenin daha önce de çok zor mali krizlerden geçtiğinin -en azından bir vatandaş olarak- farkındayım. Dolayısıyla, ülkede ilk kez bir ekonomik kriz yaşanmıyor. Öte taraftan ilk kez şahit olduğum bir şey var; havada esen mutsuzluk ve umutsuzluk rüzgarının insanın yüzüne bu denli sert vurması. Ne oldu ve biz ne zaman umudumuzu bu denli kaybettik, gerçekten cevap vermesi zor.
Umut, değerlerin olduğu yerde filizlenir
Ben toplum bilimci değilim. Ülkenin genel durumuyla ilgili birçoğumuzun hissettiği umutsuzlukla ilgili bilimsel verilere dayanarak konuşmam çok mümkün değil. Yalnız, mahalle kavgasına dönen ve asla çözüm önerileri içermeyen siyasi tartışmalar, televizyon ekranlarında futbol fanatikleri gibi birini körü körüne savunacağım diye lafı dolandıran ama hiçbir şey söylemeyen aynı simalar; özetle kaynatılıp kaynatılıp önümüze konan gerginlik birçoğumuzu tüketti demek sanırım çok da yanlış olmaz.
Kendi ülkemizde -özellikle turistik olmayan bazı semtlerde- gezerken Türkçeden çok başka dillerde yazılmış tabela görmenin birçoğumuzun içini burktuğu söylemeden de geçmeyelim. Birçok vatandaşımızın başka ülkelere göç etme çabasını göz önünde bulundurursak umutsuzluğun ve tükenmişliğin boyutunu daha iyi anlayabiliriz. Yurt dışında yaşamış bir insan olarak şunu çok net söyleyebilirim ki hiçbir yer insanın kendi vatanı gibi olmuyor. Dolayısıyla gitmek bir çözüm olmadığı gibi, vatandaş olarak sorunlar karşısında sadece söylenmek veya marş söylemekle yetinmek yerine daha fazlasını yapabileceğimize inanmamız gerek.
Umut, değerlerin olduğu yerde filizlenir ve büyür. Değerler, insanın hayatına anlam katar. Değerler köreldikçe hayat anlamsızlaşmaya başlar. Hedefler -kendi başına- insanın hayata bağlanması için yetersiz kalır. Böylece, kaygı ve korkular daha da derinleşir. Vatan sevgisinin -en azından bir çok kişi için- bir değer olduğu göz önüne alınırsa, bu sevgi için emek harcamak da hayatı daha anlamlı kılar diyebiliriz. Tabii ki isteyen için!
Patoloji mi yoksa değerlerin yozlaşması mı?
Zamanında bir hocam, “Bir toplumu bölmek isterlerse ilk önce değerlerine saldırırlar” demişti. O zaman ne demek istediğini tam olarak içselleştirememiştim, bugünlerde onun ne anlatmaya çalıştığını daha iyi anlıyorum. İşin siyasi kısmını geçeceğim; çünkü orası benim alanım değil, ama mesleğim gereği tüm gün birçok insanın yaşam öyküsünü dinlediğim göz önüne alınırsa, ‘değerler ve anlamlı bir hayata sahip olma’ konu başlığı altında en fazla kan kaybını ilişkiler alanında yaşıyoruz demek yanlış olmaz.
Üzerinde en fazla konuşulan, sosyal medya paylaşımlarında da en fazla ilgi çeken konulardan biri hiç şüphesiz ki ilişkiler. Son yıllarda özellikle patolojik ilişkilenmeler, narsistik istismar, bağlanma problemleri reytingi en yüksek konular arasında. Evet, birçoğumuz çocukluk travmalarımızı ilişkilerimize taşıyoruz. Karşımızda sanki partnerimiz değil de ebeveynimiz varmış gibi davranabiliyoruz. Ebeveynlerimizden alamadığımız ilgi ve sevgiyi farklı şekillerde karşımızdaki kişiden almaya çalışabiliyoruz. Bunu bazen ilişkide fazla verici davranarak, bazen mağdur rolüne bürünerek, bazen suçlu hissettirerek yapabiliyoruz. Bir yetişkinin başka bir yetişkinin hayatından çıkma sürecini, ebeveynlerimiz tarafından terk ediliyormuşuz gibi yaşayıp terk edilme tehdidi karşısında kontrolü kaybederek hırçın bir çocuğa dönüşebiliyoruz.
Bir insanın sağlıklı ilişkilenebilmesi için ilk önce kendi içindeki çatışmaları çözmesi önemli. Günümüzde ilişkiler öyle bir hale geldi ki ne kadarı kişinin kendi çocukluk travmalarının yansıması, ne kadarı toplumdaki değerlerin aşınmasının normalleştirilmeye başlaması, kocaman bir soru işareti. İki üç aydır görüştüğünüz bir insanın hiçbir açıklama yapmadan birden ortadan kaybolması, birçok evli insanın aynı zamanda sevgilisinin de olması, aynı anda üç beş kişiyle birden görüşüyor olmak, ilişkilere emek harcamak istenmemesi ve sevginin değersizleştirilmesi, ilgi göstermenin zafiyet olarak algılanması; yani birçok alanda olduğu gibi haz ve güç kavramlarına ilişkilerde de gereksiz anlam yüklenmesini hemen hepimiz bir şekilde deneyimliyoruz. Haz ve -yanlış anlaşılmış- güç kavramları önem kazandıkça değerler ayaklar altına alınıp insanın anlam arayışı başlıyor. Oysa anlam, arayarak bulunup elde edilecek bir şey değil, aksine insanın hayata kattıklarının yansımasıdır.
‘Carpe Diem’in yanlış anlaşılması
“Hayat kısa sevişebildiğimiz kadar sevişelim”, “Ben uğraşamam”, “O kadar kasamayacağım”, “Dün hoşlanıyordum ama bugün bitti, şu an zaten bir başkası var”, “Değer verdiğini gösterme”, “Gurursuz musun, bırak o seni arasın” gibi cümlelerin günlük konuşmalarda sıkça kullanılmasını, 80’lerin sonunda gösterime giren ve Amerikan sinemasının kült filmlerinden sayılan ‘Ölü Ozanlar Derneği’nin sloganlaşan repliği ‘Carpe Diem’ yani ‘anı yaşa’yı tamamen yanlış anlamak ve Türk sinema tarihinin efsaneleşen filmlerinden ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’daki, “Sevgi neydi? Sevgi, iyilikti, dostluktu, sevgi emekti’ repliğini unutmak, yani kendi değerlerimizden kopmak olarak da tanımlayabiliriz.
Günümüzde, romantik ilişkilerde sıkça gördüğümüz değersizleştirmeyi arkadaşlık ilişkilerinde de görüyoruz. İnsanların o anki çıkarları doğrultusunda birileriyle yakınlık kurması, ilişkiye emek harcayanın muhtaç insan olarak algılanması, birbirini arkadaş olarak değil de yedekte plan yapılacak insan olarak tutması ve “Ben bu ilişki için ne yapıyorum?” diye sormak yerine, “Bu insanın bana ne faydası olacak?” diyerek karşısındaki kişiyi ona göre konumlandırması hayli yaygın.
Hedefler değerlerle zenginleşir!
İşin kötüsü, insanlar bizi kırdığında, hiçbir sebep göstermeden hayatımızdan ansızın çıktığında, zor günümüzde yanımızda olmayıp yine de kendisini haklı çıkartmaya çalıştığında, kendi mutsuzluğunu üzerimize sıçratmaya çalışıp, canımızı acıttığında hiçbir tepki vermemenin, umursamamanın, kolay vazgeçmenin ‘güçlü olmak’la özdeşleştirilmesi. Güç, insan olmamak değil, kırılıp paramparça olsan da tekrar toparlanabilmektir.
Yalnız, kurban rolünde kalmayı seçmek-hayata acıyla bağlanmak ile güç-güçsüzlük kavramları da sıklıkla karıştırılıyor. Emek harcamakla ‘takılıp kalmak’, ‘kasmak’ ya da ‘zafiyet-zayıflık’ arasındaki ayrıştırıcı çizginin kalkmış olması ve emek kavramının unutulmaya başlaması da üzücü.
Bir de tabii haz odaklı yaşamın, anı yaşamak ve mutluluğun anahtarı sanılmasının da hayatın anlamsızlaşması üzerinde önemli rol oynadığını göz önünde bulundurmak gerek.
Sonuç olarak, ekonomik koşullardan dolayı hayat standardımızın düşmesi, kısır döngü haline gelen siyasi gerginlik, mutsuzluk ve umutsuzluk ikliminde üşütmemeye çalışmak için ilişkilere sığınalım derken Netflix dizilerini kendi hayatımızda yaşamamız, mutlu olalım derken haz tuzaklarına takılıp içi boş güç balonlarıyla uçmaya çalışmamız, birçoğumuzun yeni yıl heyecanını kursağında bıraktı. Yeni yıl hedefleri üzerinde konuştuğumuz bugünlerde belki de -hedeflere değil- değerlere odaklanmamız gerekiyordur. Unutmayalım ki değerlerle anlamlandırılmayan hedefler, ulaşıldığında tükenmeye mahkumdur.